3 Ocak 2016 Pazar

SONUÇ 31. BÖLÜM - 31/41




Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

31. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

31. BÖLÜM - 31/41.

31-a) Emekliliğe galiba ulaşamayacağım..

31-b) Vuslata ne zaman ferman çıkacak.

31-c) Allah’a hakkıyla iman edenler için ölüm nedir?.

31-d) Nefis asla ölmez.

31-e) Ağzına Yılan kaçan Adam..

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 


 

2008 ve 2009’da babamla sıksık tartışıyorduk.   Baba yeter artık dayanamayacağım, artık işe gitmeyeceğim, diyordum. Çünkü gerçekten çok zorlanıyordum.

 

Sabah namazına zorlansam da uyanıyor ve yattığım yerde on dakikada kıldıktan sonra birkaç saat daha uyuyordum. İşe gitmek için babam bir saate yakın kaldırmak için uğraşıyordu.

 

Hadi Celȃl, hadi oğlum kalk, işe vaktinde gidelim, helalinden kazanalım. Çok zor kalkıyordum.

 

Sonra babam yattığım yerde çorabımı ve pantolonumu giydiriyordu. Daha sonra banyoya götürüyor, yüzümü yıkatıyor, vinçle kaldırıp tekerlekli sandalyeye oturtuyordu.

 

Annem de tekerlekli sandalyemde gömleğimi giydiriyordu.

 

Babam beni tekerlekli sandalyeden arabanın ön koltuğuna aktarırken birdefasında yere düşürdü. Yardım edecek kimse yoktu. Epey zorlanarak kaldırdı, belini incitti.

 

Ondan sonra yani 2009 yılında krediyle geniş bir araba aldı. Arabanın arkasına asansör yaptırdı. Beni bu asansörle arabaya bindiriyordu.

 

Ben son iki sene bagajda tekerlekli sandalye üzerinde işe gittim, geldim.

 


İşyerimizin Ar-Ge bölümü 2005’te bir üniversite kampüsündeki Ar-Ge’lerin toplandığı binalara taşındı. Son beş buçuk yılda oraya gittik, geldik.

 

Evimizden işe yoğun trafikle 45-50 dk’da gidiyorduk. Ben kendimce plan yaptım. Her sabah belli zikirler, salavatlar, dostlarıma dualar yaptım. 

 

Sonra babama radyodan dini bir sohbet açtırıyor ve yirmi dakika uyumasam da dalıyordum.

 

İşyerinde öğle tatillerinde yemekten sonra kolumu masaya koyup biraz şekerleme yapıyordum.

 

Bahsetmiştim, hastalığım müthiş yorgunluk veriyordu. Sabahları dinlenmiş kalkma yerine kilometrelerce koşmuş gibi yorgunluk oluyordu, ki hala da öyle…

 

Evet dayanamıyordum bu yorgunluğa… Baba yeter işe gidemeyeceğim artık, istifa ederim diyordum.

 

Babam ondört sene çalıştın, hadi iki sene daha dişini sık, tazminatın yanmasın, diyordu.

 

Efkan hocam da babamı destekledi, hadi Celȃl namaza kendini kalkmaya şartlandırdığın gibi işe kalkmak içinde zorla. Arada izin al, dinlen, dedi.

 

Devam ediyordum ama bu konuşmalar iki, üç ayda bir tekrar ediyordu.

 

 


 

Hastalığımın adı Friedreich Ataksisi. 1860 yılında keşfeden alman doktorun adıyla anılıyor. Bu hastalığın nedeni bilinmiyor, sürekli ilerliyor ve dolayısıyla bir tedavi de yok.

 


Beyincikteki hücreler yaşlanıyormuş. Öyle demişti doktor. Beyincik, beynin alt bölümünde vücudun güç ve denge koordinasyonunu sağlayan bir organımız…

 

Yani, his ve görünüm olarak normal insanlardan farkımız yok. Ama beyincik hücreleri sürekli yaşlandığı için sanki yüz-yüzelli yaşındaki insan gibi güçsüz ve dengesiziz. Belki daha yaşlı…

 

Yani biz Friedreich Ataksisi (FA) hastaları, hızlandırmalı eğitim derler ya, hızlı yaşamış ve çabucak yaşlanmış oluyoruz. O yüzden kendimi ölüme yakın hissederdim.

 

Tabi ölüm saatini ancak Allah bilir. Bazı ülkelerde 60 yaşını aşkın FA hastaları var.

 

Bazen yaşadığım stresler ve hastalığın ilerlemesinden dolayı yorgunluğum artardı ve kendimi ölüme yakın görürdüm.

 

Ölüm bir son değil elbette. Ölümü bir kavuşma olarak görüyorum.

 

Başta Hz. Muhammed SAV Efendimiz başta olmak üzere bütün peygamberlerle ve salih kullarla beraber olma, Faik dedem, babannem ve İsa dedeme kavuşma…

 

Ölüme, Hz. Mevlana gibi Şebi Arus (düğün gecesi), yani vuslatım (Allah’a kavuşma) diyordum. 





Ölümsüz olmak için önce ölmek gerekir

Efkan hocama her yaz, bu senede vuslat olmadı, vuslatı istemek günah mı hocam, derdim.

 

Celȃl, ölümü temenni etmek günahtır, bizler askeriz, Rabbimiz bir emirle bizi bu dünya kışlasına gönderdi. Yine bir emirle terhis tezkerimizi verecek.

 

Biz askeriz, emre itaatle görevliyiz. Ölümü istemek Cenabı Allah’ın işine karışmaktır.

 

Ölümü istemek, terhis vaktimizi doldurmadan, çabuk tezkeremi imzala, demek gibi en başta edepsizliktir, demişti.

 

 


 

Ölüm,... insanlık tarihi başladığından beri değişmeyen ve değişmeyecek tek gerçek, ölüm...

 

Rabbimiz bu gerçeği  Kuran’da defalarca kez bildiriyor...  Mesela;

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz. ” (Enbiya sûresi 35. âyet)

 

Ölümün bir son olmadığına aslında en iyi cevabın bu ayette olduğunu farkettim.

 

Evet diyor ki: “Her nefis ölümü tadacaktır.”      Tadacaktır. Yani bir şeyin tadına bakılması geride ondan daha çok olduğunu gösterir.

 

Yemeğe oturmadan önce çorbanın tadına baktım, nefisti... gibi...

 

Büyük bir islam alimi ölümü Hz. Bediüzzaman Said Nursi (1876-1960) yine o kadar güzel anlatmış ki; Ölüm, imanlı müslümanlar için bir nimettir:

 

***

 

“Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat'î, şeksiz, şübhesiz bir surette, Kur'an-ı Hakîm'in verdiği nur ile isbat etmişiz ki:

 

    Ehl-i iman için ölüm,

        Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir;

        Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur;

        Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksandokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir;

        Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır;

        Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana (cennet bahçelerine) bir davettir;

        Hem Hâlık-ı Rahîm'inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

 

   Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi (girişi, önsözü) nazarıyla bakmak gerektir.

 

    Hem ehlullahın (Allah dostlarının) bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden (hayat vazifesinden gelen) kazanacakları hayrat (hayırlar) içindir.

 

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır.

Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.”

 

(25. Lema - Hastalar Risalesi 9. Deva )

 


 


 

Ölmeden önce ölünüz diyor Rasulü Ekrem SAV.

 

En zor ölüm yeşil mekanda kırmızı ölümdür diyor ve ekliyor Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi; nefis asla arzusundan vazgeçmez..!

 

Terk ettim dese de bir ona bu sözü söyleten başka bir beklentidir der arifler...

 

 

70 yıl riyazet yapıp nefsim öldü diyenin önüne yağlı kemiği koy bakalım ölmüş mü diyor Mevlana ve ilave ediyor; gurur, kibir, öfke, şehvet boşa yaratılmadı, yok edilemezler. Onlar bizi yönetirse iyi değil, biz onları yönetirsek iyidir...

 

Nefsi öldürmek bilinen anlamda değildir, gerçeğini tanımak ve bilmektir. Nefsin ölümü, gerçeğini tanıyınca ona dair eski bilginin hükümsüz kalmasıdır der Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi...

 

"Davut Calut'u öldürdü" remziyle Talut'un akıbetinden işaret verir kitap...!

 

Nefis elindekini asla bırakmaz. Ahirete dair garanti verilse bile gözüyle görüp, eliyle tutmadıkça ikna olmaz.

 

Bu yüzden onun için dünyayı terk, tutunduğu dalı bırakmak gibidir ve dalı bırakınca düşeceğini zan eder...!

 

Ölüm korkusu adı verilen şey onun için kaybetme korkusudur ve gerçekte büyük bir zevk (ezvak) olan kavuşmak (ölüm) bu nedenle ona acı verir...!

 

Oysa işin gerçeğini farkedenler (rüyadan uyananlar) ölüm diye bir şeyin olmadığını "aşıklar ölmez, ölen hayvan imiş" diyerek kulağı duyanlara çıtlattılar..

 


Rüyada birilerinin öldüğünü ve onun bedenini toprağa verdiğini görenler rüya bitene, uyanana kadar onların öldüğünü ve kendilerinin de öyle öleceklerini düşünerek gizli bir korku içinde acı çekerler. İşin gerçeğini ise uyandıkları zaman anlarlar...!

 

Meğer kendileri zan ettikleri beden bir rüya hayali imiş.

O bedenden görüp duydukları halde meğer o bedene hiç girmemişler imiş.

 

Meğer rüyayı gören, gerçek varlığında görmek için göze ihtiyacı olmayan imiş...!

 

Göz, kulak gibi uzuvlar rüya bedeninde işlevsel gibi görülen birer bilgiden ibaret imiş....!

 

Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi diyor ki; insan kendini olduğu şey zan ederken gerçekte olmadığını düşündüğü şeyin ta kendisidir....!

 

Hz. Mevlana; "cüzi akıllar hulül uçurumundan çıkamazlar" diyerek bilinen beden-ruh bilgisinin başka bir algısına işaret veriyor...!

 

Ne diyelim, yazıyı yazayazarken yazılmışı okuyormuşuz meğer....!

 

Kalemin kendisi hem yazan hem de okuyanmış meğer....!

 

Ne diyor türküdeki ses; Hem okudum hem de yazdım yalan dünya senden bezdim oyyy...!

 

Tadanlar diyor ki; gerçek dünya senden hazzım oyyyy...!

 

Ersal Özkan

 

 


 

Bir süvari atına binmiş gidiyordu. Uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın kaçtığını gördü, yılana mani ol­mak için atını hızlıca sürdü, fakat yetişemedi...

 

Yılan uyuyan adamın ağzına kaçtı. Süvari uyuyan adamı uyandırdı ve birkaç topuz vurarak, onu orada bulunan ağaçlara doğru kovaladı.

 

Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Süvari onları ye­mesi için adamı zorladı. Adam yememek için direndi, yal­vardı yakardı. Fakat nafile, süvari üstüne hücum ederek o çürük elmaları ona zorla yedirdi.

 

Sonra da atıyla peşine düşerek onu kovalamaya başladı. Adam güneşin sıcağı al­tında hem koşuyor, hem de beddualar ediyordu. Nihayet adam yoruldu. Midesi bulandı, yediklerini çıkarmaya baş­ladı.

 

Çıkardıkları arasında o koca siyah yılanı görünce, bu işin sebebini ve süvarinin kendisine düşman değil, dost ol­duğunu anladı.

 

Yaptığı beddualardan pişman olarak du­alar etmeye başladı.

 

Peygamber Efendimiz, SAV ''İki kaşının arasında bulunan nefsin, senin en büyük düşmanındır'' buyurmuştur.

 


İnsanın içine çöreklenmiş olan nefis yılanından kurtulmak, Allah dostlarının terbiyesiyle mümkündür.

 

Bu terbiye sırasında, bazı sıkıntılara ve zorluklara katlanılır. Nefsin hakikatini bilen evliyaullah, Allah'ı talep eden kişiye yardımcı olur.

 

Nefsin gerçek boyutunu göstermeden, geçici bazı sıkıntılarla nefis yılanından kurtarır.

 

Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rûmi

 

***

 

Mesnevi’de geçen bu kıssadaki gibi;

bize şefkat ve merhametle hiç bir ücret istemeden,

nasihat edenleri,

dini anlatanları,

 

namaza teşvik edenleri,

doğruluğu telkin edenleri,

cehenneme düşmememiz için uyaranları,

ve Allah yoluna ve iyiliğe çağıranları anlayamıyor ve onları hep suçluyoruz.

 

Gerici, çağdışı, sofu, kafayı yemiş, acaba amacı ne, acaba para mı isteyecek, senin derdin ne arkadaşım, ... gibi. Ama bazılarımız keşke biraz düşünse bu konuda… 

 


Evet ben de Allah dostlarının yolunu takip ediyorum. Benim derdim ne biliyor musunuz?

 

Gençlerin imanının artmasına vesile olmak… ALLAH'ın cenneti sonsuz geniş. Hep birlikte cennete girelim inşallah. Cennete gidebilmek için ise, şu üç şey gerekiyor:

 

1.İman (Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, kadere ve ahiret gününe kalpten inanmak),

 

2.Amel (Namaz, zekat, oruç, hac, güzel ahlak, hayırlı salih işler...),

 

3.İhlas (Samimiyet, yaptığımız herşeyi Allah’ın rızası için yapmak)

 

İşte bu kitapta yazdıklarım hep bu üç maddeyi uygulamaya karar vermemiz içindir ki, cenneti kazanalım Allah’ın lütfuyla...

 

Allah, amellerimizi ihlasla işlememizi nasip etsin.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder