3 Ocak 2016 Pazar

7. BÖLÜM - 7/41






Kitabımızı, sevgili dostum güzel insan Aydın Kaynarca bey Görme engelli kardeşlerimiz ve okumayı sevmeyenler için, sesli kitap haline getirdi, kendisine çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

Dilerseniz otomatik çalan müziği durdurun, Videoyu çalıştırın, isterseniz hem okuyup hem dinleyebilirsiniz...

Aşağıdaki bölümün seslendirmesi:

https://www.youtube.com/watch?v=VuRAAbNC3kE



 



Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

7. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

7. BÖLÜM - 7/41.

7-a) Sincan’a neden taşındık?.

7-b) Balkonda düşüncelere dalardım..

7-c) Sanat müziği tohumu ekildi

7-d) Meslek lisesini kazandım..

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 
 

 

Yıllar hızla geçti.

1988 yılında Etimesgut semtinden on km uzaklıktaki Sincan’ın Fatih semtine taşındık.

 

Yukarıda anlatmıştım. Koleji bırakmak zorunda kalmış, meslek sınavlarına girmiştim diye...

 

İşte Meslek lisesini kazandığımı öğrendiğim zaman, o yıldı, yani 1988 yazında idi.

 

Gecekondudan apartman dairesine taşındık. Çünkü biz büyümüş ve gecekondu evimiz dar gelmeye başlamıştı. Ben 15, erkek kardeşim 12 ve kız kardeşim 8 yaşındaydı.

 

Zaten iki odamız vardı. Evin girişi, hem oturma odası, hem de mutfaktı.

 

Odalardan biri yatak odasıydı, banyoyu da burda yapardık; diğer odada ise biz üç kardeş kanepe ve yer yatağında yatıyorduk.

 

Babam Mart 1988’de taşınmaya şöyle karar verdi:

 

Yattığımız odada iki kanepe, bir yer yatağı vardı. Kış olduğu için bir de soba kuruluydu. Annem beni koleje gitmem için bir sabah uyandırdı. Evin avlusundaki tuvalete çıkacaktım.

 

Yer yatağındaki kız kardeşimi ezmeyeyim diye çabalardan dengemi kaybettim. Sobanın üzerinde kaynayan çaydanlığa çarptım.

 

Ayağımın üzerine kaynar su döküldü. Yanık tedavisiyle bir hafta okula gidememiştim.

 

Babam o gün karar verdi kaloriferli apartman dairesine taşınmaya... Çocuklar da artık büyüyor, dedi. Kaloriferli evlerin olduğu Sincan Fatih’e taşındık.  Kendimi sınıf atlamış gibi hissettim.

 


Fatih semtinin özelliği, Sincan merkezin aksine hem trafik, hem ev yoğunluğu açısından sakin oluşudur. Siteler halinde mahallelerden oluşur.

 

İkili bloglardan oluşan beş kartlı apartmanların en az dört tanesi bir siteyi oluşturur ve kare şeklindedir. Hepsinin kenarından yol geçer ve ortaları park ve bahçedir. Küçük köyler gibidir.

 

Fatih semti o zamanlar 30-40 bin nüfuslu bir yerdi. Biz hala Fatih’teyiz. Burası şu an üçyüz bin’i geçti ama hala Ankara’nın en ferah ve yeşil semtleri arasındadır.

 

 


 

Okullar kapanmadan mart ayında beşinci kattaki yeni evimize taşındık. Evimiz dedim ama kendi evimiz değil, yine kiraya gelmiştik.

 

Ancak on yıl sonra 1998’te aynı semtten bir daire alıp kendi evimize çıkabildik.

 

Efkan hocamgille orada komşu olduk. Babam elli yaşında ev sahibi oldu, sırası geldikçe anlatacağım.

 

Fazla eşyamız yoktu ama yeni evimiz çok hoşuma gitmişti. Odanın birisi bana verilmişti. Eski bir masamız vardı, o masayı çalışma masam yapmıştım.

 

Yattığım yer ise daha çok köylerde kullanılan yaylı demirleri olan somya idi. Üzerine sünger yatak konulup örtülen bir tür kanepedir.

 

Apartmanın arkası sitenin bahçesiydi. Beşinci katta olduğumuz için balkonda çay içerken bu manzarayı seyrederek tefekkür etmeyi çok severdim.

 

Ne düşünüyordun derseniz, henüz gençliğe atım atan 15 yaşında biri olarak, kendimce hayatı düşünürdüm.

 

İzlediğim işsizlik rakamları haberlerinden etkilenerek şöyle derdim: Ben daha liseye gideceğim, sonra üniversite, sonra askerlik.

 

O zamana kadar herhalde işşiz olanların sayısı on katına çıkar, bize iş kalmaz. Oysa ki, Allah rızka kefildi.

 

Yıllar sonra Allah, medya, bilgisayar, internet, uydu, cep telefonu, vs. icatlarını ilham etmişti. Aslında Allah, böylece bize ve sonradan gelecek milyonlarca gence iş istihdamı yarattı.

 

Benim işimde bilgisayar ile olacaktı. 

 

Kimbilir, Allah çocuklarımız ve ilerde gelecek insanlar için, daha nasıl yeni iş imkanları yaratacaktır, ayetle sabit, rızka kefil çünkü...

 

 


 

Haziranda okul kapanınca otobüsle Ereğli’ye gittik. Ereğli’de dedemlerde kalırdık.

 

Dedem ve ikinci eşi Hatice babannem, beş yaşındaki Meryem halam ve Hatice babannemin eski eşinden kalan oğlu ve kızı olmak üzere bağ evinde beş kişi yaşıyorlardı.

 

Ev geniş sayılırdı, biz gidince hepimiz için de somya vardı. Dedemgilin yaklaşık üçbin metrekare bahçesinde hertür meyve ağacı vardı.

 

Hatice babannemin oğlu Suat’la birlikte bahçeden bahçeye atlayarak kürekle ark yollarını çevirerek açıyorduk ve böylece Alan Akar’dan bahçemize su akıtıyorduk.

 

Tabi yine dengesizlik ve güçsüzlüğüm ile çamura düştüğüm çok oldu. Bir suçlu gibi utanıyor, sakarlığım tuttu yine, diyerek gülüşüyorduk.

 

Dedemgilin evinin giriş kapısı iki metre yüksekteydi. Yan taraftan on-onbeş basamak ile girişe ulaşılırdı. Giriş, sanırım on metrekareden fazlaydı. Evin ahşap kapısı buradaydı.

 

Tahta korkuluk ile burası evin balkonu sayılırdı. Küçük bir masa vardı. Dedem yaz akşamları yatana kadar sürekli burda oturur, pilli küçük radyosundan müzik dinlerdi.

 


Dedemin dinlediği şarkı ve türküleri ilk defa duyuyordum. Ben 10-11 gibi erken yatardım ama kulağıma radyonun sesi gelirdi.

 

O nağmeler çok hoşuma giderdi. Dedemgilin evi şehir merkezinden uzak olduğu için gece bahçedeki çır-çır böceklerinin sesini bile duyabilirdik.

 

Bir gece dedemle birlikte radyodan sanat müziği dinlerken bir şarkı çok hoşuma gitti. Elbet birgün buluşacağız…

 

Dede, bu ne kadar güzel bir şarkı, dedim. Oğlum, bu şarkının sözünü yazan ve müziğini yapan besteci Ereğli’lidir, arkadaşımın kardeşi Mustafa Seyran, dedi. 

 

Nasıl yazmış bunu dede, demek ki bir kızı çok sevmiş ama ayrılmış olmalı, dedim. Sormadım yavrum, dedi. Evet benim sanat müziği tohumum o yaz ekildi.

 

Aslında bu hastalığın etkisiyle sabahları hep yorgun kalktım. Ama geceleri Ereğli’nin temiz havasını alarak uyurduk ve sabaha nispeten dinç kalkardık.

 

Zaten Ankara’da geceleri düşünmekten uyuyamıyor ve sabahları annem çok zor kaldırıyordu. Ama Ereğli’nin tertemiz havası dinlendiriyordu.

 

Geceleri ne mi düşünüyordum? İnsanların nasıl dümdüz yürüyebildiklerini.. Yiyenleri hep seyretseniz, fakat hiç baklava yemeseniz; baklavanın tadını size anlatsalar, anlayabilir misiniz?

 

Benimki de o misal... Ben neden böyle düz yürüyemiyorum dediğimi hiç hatırlamıyorum. Her gece düş kurardım.

 

Dümdüz adımlarla dik yürüyen ve çok güçlü bir kahraman olarak kendimi hayal ederdim.

 

Bazen, koleje giderken otobüsün şoförünün yolda hastalandığını hayal ederdim.

 

Otobüsü kullanacak kimse çıkmaz ve gideceğimiz yere otobüsü benim sürdüğümü ve herkesin hayran kaldığı bir kahraman olarak kendimi hayal ederdim. 

 

 


 

Dedemgilden, yani Ereğli merkezden annemin köyüne gidince de, annemle beraber yetim ve öksüz büyüyen Bekir dayımgilde kalırdık.

 

Yaz akşamları, bazen köy kahvehanesine giderdik dayımın oğullarıyla. Çünkü sıcaktan bunalır, soğuk meşrubat içmek isterdik.

 

Köyde sokak lambaları olmadığı için, geceleri zifiri karanlıktı. Ben iyice yalpalayarak yürürdüm.

 

Kuzenlerim bana “Sarhoş musun, ne biçim yürüyon?” dediklerinde aldırmadan bağıra bağıra türkü söylemeye başlar, kuzenimin koluna girerdim.

 

Onlara asla darılmadım. Elbette hasta olduğumu bilemezlerdi.

 

O yaz, 1988’de Ereğli’deyken Ankara'daki bir komşumuza telefon açtık. Aktaş Endüstri Meslek Lisesi Elektronik bölümünü kazandığımı müjdelemişti.

 

Şimdiki gibi internet yoktu, neticeyi ancak, gelen sonuç mektubuyla öğrenebiliyorduk.

 

Aktaş semti, bulunduğumuz Sincan’a çok uzaktı. Sabahları annem zorla 6’da kaldırıyordu. Fatih’ten dolmuşla Sincan merkeze gidiyordum.

 



Oradan da banliyö treni ile 45-50 dakikada Demirlibahçe istasyonunda iniyordum. Onbeş-yirmi dakikalık zorlu yürüyüşle okula varıyordum. Ağır bir çantam vardı, ondan zorlu dedim.

 

Ben koleje giderken de, lisede de, üniversitede de uzun yürüyüşlerle okula giderdim. Ağır çantamla ve dengemi korumak için kendimi sıkmaktan epey yorulurdum.

 

Aslında şimdi anlıyorum ki, Allah kader planında benim tekerlekli sandalyeye düşmemi geciktirmiş. Çünkü spor yapmış oldum.

 

Benim gibi çocukluktan bu hastalığa tutulanlar ortalama onsekizinde sandalyeye düşüyorlar.

 

Ben ise yirmibeş’imde düştüm ki, okulu bitirmiş, dört yıldır çalışıyordum. Eğer çalışırken yaşadığım stresler de olmasaydı, belki beş-altı sene sonra da düşebilirdim, herneyse... 

 

 
SONRAKİ BÖLÜM    ---              ---   ÖNCEKİ BÖLÜM

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder