3 Ocak 2016 Pazar

6. BÖLÜM - 6/41




Kitabımızı, sevgili dostum güzel insan Aydın Kaynarca bey Görme engelli kardeşlerimiz ve okumayı sevmeyenler için, sesli kitap haline getirdi, kendisine çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

Dilerseniz otomatik çalan müziği durdurun, Videoyu çalıştırın, isterseniz hem okuyup hem dinleyebilirsiniz...

Aşağıdaki bölümün seslendirmesi:
https://www.youtube.com/watch?v=wSqA--F3-Ko


 


Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.


Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.


6. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)


Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:


6. BÖLÜM - 6/41.

6-a) Ankara’ya gelişimiz ve dar evimiz, tatlı yuvamız.

6-b) Ereğli’den Ankara’ya taşındık.

6-c) Kısaca gittiğim okullar

6-d) Gecekondu evimiz.

6-e) İnsanı değerli yapan şey.

6-f) Şimdi heryer beton yığını

6-g) Bu hastalık geçici mi acaba ?.

6-h) Unutamadığım bir anı



Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 



İlkokul dördüncü sınıfa kadar, -üçüncü sınıfı bitirdim- Ereğli’de Sümer İlkokulunda okudum.


İlkokul sıralarında yaşadığım bir anektodu bir yazıda şöyle anlatmıştım:


ÇOCUKLARIMIZ İÇİN BİR MİNİK TAVSİYE:


İlkokula giden çocuklarınızı markete götürün. Aldıklarınızı kasaya götürmeden ne ödeyeceğinizi o hesaplasın.


Babacığım, sanırım 1981’de veli toplantısında ilkokul öğretmenimden bir tavsiye almış.


Yıllarca bakkala hep beni gönderdiler. Gidip gelirken sürekli kafamdan hesap yapardım. Çünkü annem gelince paranın tek tek hesabını sorardı:


“3 ekmek şu tutar, yarım kilo peynir şu tutar, şu kadar artacak, gibi ... ”





1982 yılında babamın işi dolayısıyla Ankara Etimesgut’a taşındık. Anlatmıştım, aslında babacığım Ankara’da çalışıyor, orada işçi misafirhanesinde kalıyordu.


Çünkü babannem bizi göndermemişti. Ölen amcamın acısıyla bana çok düşkündü. 


Babam o sıralar Ankara’daki işinden ayrılıp köyde çiftçilik yapma niyetindeymiş. Babannem ölüm döşeğindeyken babamı Ereğli’ye çağırtmış ve demiş ki:


“Esem yavrum, al çocuklarını git. Türkiye’nin neresi olursa git. Çocuklarını okut. Sakın işinden ayrılma. Köyün durumu zaten ortada. Eğer işinden ayrılırsan, ahirette iki elim yakanda olur.”


Babannemin vefatından sonra 1982’de Ankara’nın Etimesgut semtine taşındık. Şeker fabrikasına yakındı. Tabi o zamanlar Etimesgut belediye değildi ve gecekondu bölgesiydi.







İlkokulu, 4 ve 5’i Etimesgut ilköğretim Okulu’nda okuyarak bitirdim. İlkokul beşinci sınıfta sınava girdim ve yüksek bir puanla koleji kazandım.


Çünkü 1983’te Kızılay’a derhaneye de gitmiştim. Aslında tercih hatası yapmışız. Eğer Ankara Anadolu Lisesi’ni önce yazsaydım puanım yetiyordu.


Ama şimdi iyi ki orayı kazanmadım, diyorum. Eğer oraya gitseydim, ortaokulu bitirince yarım bırakıp, Meslek Lisesine gitmeyecektim. Çünkü paralı değildi.


Evet, Ortaokulu Özel Yükseliş Koleji’nin orta kısmında okudum. (Hazırlık dahil 4 yıl - mezuniyet:1988) Maddi imkansızlık nedeniyle koleje devam edemedim.


Seksenlerde müthiş bir enflasyon vardı. 1984’te işçi maaşı yüksekti. Artı, Babam sürekli Türkiye’yi sondaj kuyuları açarak dolaştığı için Harcirah denen ek ücrette alıyordu.


Gerçi gurbette ancak babama yetiyormuş. Babamın bir iş arkadaşı her ay babamın maaşını da anneme getiriyordu. Bankamatikler henüz yoktu.


Fakat, o dördüncü sene babamın maaşı yetmedi, öyle zorlandı ki, okul taksitleri yüzünden ben koleje çok günler harçlıksız gittim. Zaten son iki yıl cebimde sadece bir simit parasıyla gittim. 


Tam gün olan okulumuzda bazen bir simitle, çoğu günler ise annemin çantama koyduğu ekmekarası şeylerle ders dinlemiştim.


Babam ortaokul diplomasını alınca bana; Oğlum artık maddi gücüm kalmadı, paramız yetmiyor, koleji bırakacaksın, seni meslek sınavları sınavına yazdırdım.




Kazanırsan hiç olmazsa bir altın bileziğin olsun, dedi.


Ben ise, o zamanki Ankara’nın en iyi düz liselerinden birine giderek iyi bir üniversiteye gitmek istiyordum.


Çünkü biliyordum ki, Meslek Liselerinde matematik, fizik, kimya dersleri yok denecek kadar azdı.


İstemeye istemeye sınav yerine gittim. Babam Malatya’daydı o sıralar.  Babama büyük sevgim ve saygım vardı. Sınavda yanlış şıkları işaretlemeyeceğim diye söz vermiştim.


Babama yalan söylemiş olmayayım diye, soruyu okuduğumda bana doğru gelen gördüğüm ilk şıkkı işaretledim. Yani üzerinde düşünmedim.


Sonuçta Meslek Liseleri sınavını kazanarak liseyi Aktaş Endüstri Meslek Lisesi Elektronik bölümünde bitirdim. (mezuniyet:1991) 


Daha sonra Selçuk Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okulu’nun Endüstriyel Elektronik bölümünü bitirerek tahsil hayatımı tamamladım. (mezuniyet:1993)





Ankara Etimesgut’ta altı yıl bir gecekonduda oturduk. Banyo, yatak odası içindeydi. Mutfak ve hol evin girişindeydi. Sadece oturma odası vardı ve biz üç kardeş orada yatıyorduk.


Tuvalet evin dışında bahçedeydi. Bazen korkudan gece tuvalete gidemezdik. Kışınsa soğuktan çıkmak istemez, hatta bazen sabaha kadar kendimi tutardım.


Gecekondu mahallemizde bakkal Nurettin amcamız vardı:




Ben, ortaokul yıllarımda yazın Nurettin amcaya yardım ederdim.  Nurettin amca, özellikle Cuma günleri bakkalı bana bırakır, Cuma namazına giderdi.


Güvenilmek çok güzel bir duyguydu. Babam Ankara’da olduğu zamanlarda akşam işten çıkınca uğrar, muhabbet ederlerdi. 


Bahsettiğim yıllar 1985 gibi seksenlerdi. Enflasyonun yüksek olduğu, her gün zam gelen yıllardı.


Ben bakkalda yardım etmek için dururken toptancı malzemeci gelir, yeni erzak indirirdi. Toptancı, Nurettin amcaya derdi ki:


-Amca bunlara iki defa zam geldi, etiketin hala eski fiyat, değiştir amca...


Nurettin amca, karışma evlat, sen malzemeni koy git, derdi. Ben anlam veremezdim, babama anlattım.


Babam birgün işten çıkınca uğradığında muhabbet ederken bu meseleyi sordu. Nurettin amca cevaben dedi ki:


-Oğlum, insan helalinden kazanmalı...  Ben, mesela aldığım bir ayçiçek yağını dükkandakiler bitene kadar, alış fiyatım artı cüzi kârımla satarım. İsterse yüzde yüz zam görsün evlat.


-Kazancım böyle helal olmasaydı, evlatlarım hayırlı olur ve okuyabilir miydi?


Gerçekten de, Nurettin amcanın dört kızı vardı. Hepsini okutmuş, evlendirmişti.


Birisi hemşire, ikisi öğretmen, birisi eczacı.... Damatlarından biri doktordur, torunlarından biriyle ben aynı koleje gidiyordum.


Nurettin amca zamanında çok zenginmiş, iflas etmiş ve bir bakkal dükkanı açmış. Bakkalın helal kazancıyla da dört kızını okutmuş.


Nurettin amca 1992’de ben Konya’da üniversitedeyken vefat etmiş. Ben bazen düşünüyorum. Yalan dünya, habire zam yapıp çok kazansaydı, nolacaktı?


Yine sonunda ölüm yok muydu? Allah rahmet eylesin. Mekanını cennet etsin.





Böyle bir gecekonduda altı yıl yaşadık. Yükseliş Kolej’inde okurken de bu gecekonduda oturuyorduk. Kolejde çok zengin ve yüksek kademe insanların çocukları okuyordu.


Şimdi utanarak hatırlıyorum ki, o zamanlar gecekonduda oturmaktan; babamın köylü olmasından, annemin başörtüsünden utanıyordum...


Mesela, kürklü kadınların katıldığı veli toplantısında başörtülü annemden utanmıştım.





Ama o zamanlar birisi bana şu hikayeyi anlatsaydı, eminim bakış açımı değiştirirdim.


***


Zengin bir baba küçük oğlunu insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek için bir köye götürür.


Çok fakir bir aile, baba ve oğlunu bir gün boyunca kerpiç evinde ağırlar.


Yolculuktan dönerken arabada baba oğluna sorar;


-İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?

-Evet! Gördüm baba.

-Ne öğrendin peki? Anlat bakalım.


-Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.




Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün ufku görüyorlar.


Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için teşekkür ederim baba.


***


Ben çok saf bir çocuktum. Dünyayı sonsuz sanıyordum. Sanki yaşlılar hep yaşlı, biz çocuklar hep çocuk kalacağız ... Ah be yalan dünya kimseye kalmıyormuş.


Kolejde okurken birgün, resim dersinde öğretmenimiz: “Evinizin odalarının krokisini çizin" demişti. Ben de bir arkadaşımın evini çizmiştim.


Büyüdükçe anladım ki,  insanı değerli yapan şey, köylü, başörtülü olması veya oturduğu ev değil, ahlakının güzel olmasıdır.


Güleryüzlü mütevazi insanı kul da sever, Allah’ta…





Gecekonduda otururken ne kadar da mutluyduk. Akşamüstleri annem, komşularla beraber bahçede toplanır; çay içer ve muhabbet ederlerdi. Erkek kardeşim, arkadaşlarıyla maç yapardı.


Ben ise çoğu zaman evde oturur veya bisikletime binerdim. Trafik yoğun değildi. Kızkardeşim henüz çok küçüktü.


Yazları, cumartesi akşamları, komşularla beraber çekirdek veya patlamış mısır alıp, çay bahçesine videoda film seyretmeye giderdik.


1980’lerde televizyonda sadece TRT kanalı vardı, ve henüz VCD, DVD’ler yoktu.




Babam Şeker Fabrikaları Sondaj ekibinde başsondördü. Onbir ay Türkiye’nin çeşitli illerinde su kuyusu açarlardı. Ayda bir kaç gün eve gelebilirdi.


Eve izne geldiğinde biz üç kardeş çok sevinirdik. Kızkardeşim babama çok düşkündü. Gidince ağlar ve anneme “Babam keşke gitmese” dermiş.


Şu anda, bu kez o gurbettedir, Çorum’da öğretmenlik yapmaktadır, evlidir ve iki kızı vardır, yine de her gün en az iki defa babamı arar.


Şimdi apartmanda oturuyoruz. Bahçemiz de yok; kayısı, erik ağacımız da yok. Gecekondu mahallesinde yaşanan o içten komşuluklar, şimdilerde çok azaldı.


Evet, büyükşehirlerde aynı apartmanda oturan insanlar bile birbirine selam vermiyorlar fakat Efkan hocamgil ve bizim komşuluğumuz, iyi komşulukların hala var olduğuna güzel bir örnektir.


Artık Etimesgut’ta hiç gecekondu kalmamış. Her yer beton yığını... Apartmanlar... Çocuklarımız artık eve hapis... Allah sonumuzu hayretsin.





Aslında kendimi bildim bileli, bu dengesizliği hissediyordum ama belki gün gelir geçer diye içime atıyordum. Etimesgutta o yıllar çeşme suyu içilmezdi.


Bütün mahalle, bizim evin yüz metre ilerisindeki temiz su akan çeşmeden bidonlarla evine su taşıyordu.


Evin büyük çocuğu olarak çeşmeye hep beni gönderirler ve bidonlarla eve su taşırdım.


O zamanlar çeşmeye doğru yürürken birtürlü düz yürüyemezdim. Birkaç adım düz yürüdükten sonra mutlaka sağa veya sola yalpalardım. Ben de bana bakıyorlar diye koşmaya başlardım.


Ama çabuk yorulurdum. Tabi isyan etmezdim ama hep içime atar, kimseye derdimi açamazdım. Bunun bir hastalık olduğundan bile habersizdim çünkü...


Çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. …


Yani hastalığımın başlangıcı, doğuştan olmasa bile kendimi bildiğim 8-9 yaşlarım denebilir.


Gecekonduda otururken de babam hep şehir dışındaydı. Bir bakıma babasız büyüdük denebilir.


Ben koleje giderken gecekonduda oturmaktan ve arkadaşlarımla yürüyüş yapmaktan utanırdım. Çünkü düz yürüyemezdim.




Evde erkek kardeşimi kıskanırdım. Çok düzgün yürürdü ve güzel futbol oynardı. Bazen onunla kavga ederdim. Bazen döverdim.


Anlayacağınız iç dünyamda müthiş bir yalnızlık içindeydim.


Erkek kardeşim de şimdi gurbette, şu an ŞanlıUrfa’da astsubay olarak görev yapıyor.


Şimdilerde Ankara’ya ve Ereğli’ye izine gelince benimle o ilgilenir. Tuvalet ve banyo ihtiyaçlarımı o yapar ve babamı dinlendirir. Seni çok seviyorum canım biraderim...





Ortaokul yıllarımda, bazen kalemi tutamaz ve dolayısıyla yazmakta zorlanırdım. Bir defasında kolejdeyken yazılı sınavdaydım.


Soruları cevaplandırırken birden elimin gücü gitti. Kalemi tutmakta zorlandım.


Çivi yazısı gibi bir yazıyla zorla kağıdı doldurmuştum. Aynı olayı defalarca kez yaşadım. Bunlar hep hastalığın etkisindenmiş.


Yine kolejdeyken yaşadığım bir olayı hiç unutamıyorum:


Gözümü kapatınca dengemi iyice kaybediyorum. Sömest tatiline çıkacağımız gün, öğretmenimiz şimdi oyun oynayalım, dedi. Oyun şöyleydi.


Tahtaya iç içe daireler çiziliyor. Okçuların hedefi gibi. Her dairenin bir puanı var. Sınıf dört gruba ayrılıyor ve her gruptan öğrenciler sırayla puan alıyordu.


Bu puanlar her grup için toplanıyordu.


Önce öğrencinin gözleri atkıyla bağlanıyor. Öğrenci kendi etrafında üç kez dönüp elindeki tebeşirle tahtaya işaret koyuyordu.


Ben korkuyor ve içimden bana sıra gelmeden dersin bitmesi için dua ediyordum.


Öğretmen “Celȃl tahtaya gel” dediği anda kızardım. Kalbim küt küt atıyordu.


Gözüm atkıyla bağlandıktan sonra heyecandan kendi etrafımda nasıl döndüğümü hatırlamıyorum.


Gözümü açtığımda bütün sınıf kahkahalarla gülüyordu.

Sarhoşlar gibi yalpalayarak dönmüşüm.


O an ölmek ve unutulmak istedim.




 
SONRAKİ BÖLÜM    ---              ---   ÖNCEKİ BÖLÜM
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder