3 Ocak 2016 Pazar

5. BÖLÜM - 5/41




Kitabımızı, sevgili dostum güzel insan Aydın Kaynarca bey Görme engelli kardeşlerimiz ve okumayı sevmeyenler için, sesli kitap haline getirdi, kendisine çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

Dilerseniz otomatik çalan müziği durdurun, Videoyu çalıştırın, isterseniz hem okuyup hem dinleyebilirsiniz...

Aşağıdaki bölümün seslendirmesi:
https://www.youtube.com/watch?v=UIIADs35klQ



 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.


Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.


5. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)


Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:


5. BÖLÜM - 5/41.

5-a) Cömert Faik dedemin bağ evinde büyüdüm..

5-b) Babannem Celȃl’iyle buluştu mu?.

5-c) İnşallah mahşerde kavuşacaksınız Fahriye halacığım..

5-d) Ah Faik dedeciğim, seni çok özledim..

5-e) Meryem halam..

5-f) Ereğli Semalarında.



Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:


 


Benim dedemin ismi ise Faik’tir. İsa oğlu Faik, ve Faik oğlu İsa (yani babam)... Evet dünyaya gözümü açtığım yer Konya’nın yeşil ilçesi Ereğli’deki dedemin bağ evidir.


Bağ evi derken şehir merkezinden uzak sanmayın. Dedem yürüyerek yarım saate çarşıya inerdi.  


Ereğli, 1985’lere kadar hayalleri zorlayacak derecede güzel, harikulâde, masallar diyarı misal efsanevi bir şehirdi. Dedemgilin ve mahallemizdeki bütün evlerin geniş bahçesi vardı.


Her bahçe su arklarıyla iki km yukarıdaki Alan Akar dediğimiz akarsuya bağlıydı.


Alan Akar’ın suyu İvriz’den geliyormuş. Tabi, İvriz suyunun Baraja akıtılmasıyla doksanlardan başlayarak bütün su arkları ve bahçelerin çoğu kurudu.


Ama yine de Ereğli’miz yeşildir.




6-7 Yaş Çocukluğumdan hatırladığım şey, yemyeşil bahçemiz ve sık sık yağan yağmurdu. Evimizin avlusundaki 5X5 metre çiçeklikte babannem hertür çiçek yetiştirirdi.


Bahçemizde ise birçok meyve ağacı vardı: Elma, Erik, Vişne, Kayısı, Şeftali, Armut, Ceviz... Ereğli’nin meşhur Beyaz Kirazı...


İlkokula dedemlerin yanında otururken başladım. Hergün bir km yürüyerek okula gidip gelirdim.

Sanırım 1979 yılıydı.


O zaman Seksen ihtilalini hatırlarsın, derseniz; Okula gidip gelirken bazı kahvehanelerin camlarında ve duvarlarında kurşun delikleri vardı.


80 öncesi sağ-sol olaylarından aklımda kalan buydu. Tabii bir anlam veremiyordum. Sağcı, solcu denen amcaların ikisi de bizim komşumuzdu.


Bir de, ihtilal günü askerler bütün evlerde arama yapıyorlardı ki, dedemin evinde de arama yapmışlardı, onu hatırlıyorum.


Dedem, siyasete girmemesine rağmen Ereğli’de tanınan, sevilen ve sayılan bir kişiydi.


Çevresindeki herkesle ve pekçok siyasetçiyle de tevazusu ve tatlı diliyle samimi dostluklar kurmuş.


İkram etmeyi çok seven dedemin, babamın anlattığına göre, bütün Ereğli’de fakir olsun, zengin olsun sofrasında yemeğini yemeyen kalmamış.






Yukarıda anlatmıştım, Celȃl amcam 1970 yılında onbeş yaşında bir kaza neticesinde vefat etmiş. Bu sebepten benim adımı Celȃl koymuşlar.


Annem nişanlıyken Celȃl amcam çocukmuş. Abisini yani babamı çok severmiş. Annem hatırlıyor o günleri.


Çok sevimli çocuktu. Baban askerdeyken arada köye gelir ve “Yenge bir ihtiyacın var mı?” derdi.


Amcamın acısıyla babannem gece gündüz sürekli ağlarmış. Babam, bazı geceler uyandığında babannemin ağlama sesini duyarmış. Evin avlusunda her çeşit çiçek yetiştirirdi.


Çapa yapıp, sularken çiçeklerle konuşurdu. Özellikle akşamları bahçe mis gibi kokardı. Belki de amcamın özlemini çiçekleri büyüterek gideriyordu.


Evlat acısına onbir yıl dayanabildi. 1981 yılında elliyedi yaşında, ben sekiz yaşındayken öldü.


Sanırım Yakub Aleyhisselam'ın Yusufum Yusufum diye gözlerine ak düşüren hasret ateşi buydu.


Babannem beni öyle çok severdi ki. Yaramazlık yaptığımda bana kızanları azarlardı, bırakın Celȃl’imi der, sarılır, öperdi. Bazen ağladığımda o da ağlardı...


Küçükken hatırlıyorum da babannem sürekli bir türkü söylerdi. Söylediği bu türkü ile gözyaşlarını tutamazdı. O zamanlar canım babannemin neden ağladığını anlayamazdım.




“Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim sürmeli Celȃlimi / Aman aranıyorum...”





Babannem öldüğünde en küçük çocuğu Fahriye halamdı. Babannem son günlerinde ağır hasta ve evde yatıyordu. Bakımını halam yapardı. Onyedi yaşında annesiz kalmıştı.


Küçükken onu da hep gözü yaşlı görürdüm. Ben okula başlamadan önce halam ortaokula giderdi. O zamanlar ortaokula gitmek bana çok uzak gelirdi.


Babannemin vefatından aylar sonra evin avlusuna beton atılmıştı. Betona kurumadan “Anneciğim seni çok seviyorum” yazmıştı.


Ben okumayı yeni öğrendiğimden heceleyerek okumuştum.


Halacığım çok sevdiğim iyi kalpli insan Doğan eniştemle evlendi. Annesi mürüvvetini göremedi fakat halacığım yirmialtı yaşında da babasını kaybetti.




Halam ne zaman bir hicran bestesi duysa gözleri meçhule dalar. Geçenlerde kasette kayıtlı olan babannemin sesini mp3 haline getirdim. Halamın oğlu Burak Serpek’e mail attım.


Hıçkıra hıçkıra ağlamış. Halacığım seni çok seviyorum. Allah lütfederse inşallah mahşerde sevdiklerinle kavuşup sarılacaksınız.





Faik dedem çok iyiliksever bir insandı. Babam gibi onunda yufka gibi bir kalbi vardı.


Dedem Ereğli’de tanınan, sevilen ve sayılan bir kişiydi.


Herkesle hoşgörüsü, tevazusu ve tatlı diliyle samimi dostluklar kurmuş.


Dedemin, İsa dedemden kalma bir çiftliği varmış. Hepsini kalbinin temizliğiyle, herkese iyilik yaparak cömertliğiyle harcamış. Ama Allah onu hiç bir zaman darda bırakmamış.


Babam şu olaya birçok kez şahit olmuş; Dedem bir ara maddi olarak çok sıkışmış.


Düşüncelere daldığı biran kapı çalınmış. Kapıyı açınca karşısındaki tanıyamadığı adam şöyle demiş:


“Faik ağa yıllar önce aldığım borcumu, ancak şimdi geri ödemek istiyorum.”


Babam, deden ne zaman sıkışsa bir yerden sebep olur para gelirdi, dedi.


Bütün amcalarım dedemi öyle seviyorlardı ki; Bu sevgi babaya karşı derin saygı ve korkunun neticesiydi.


Dedem odaya girince hepsi ayağa kalkar ve asla sözünü kesmezlerdi.


Dedem 1991 yılındaki Ramazan’ın arefesi olan perşembe gece yarısı kalp kriziyle vefat etmiş. (17 Nisan 1991) Babam, Ereğli’de hiç böyle kalabalık bir cenaze görmemiş.


Ben cenazeye katılamadım. Kardeşlerim, annem ve ben Ankara’dan Ereğli’ye gidemedik. Çünkü, O günlerde annem safra kesesi ameliyatı olmuştu... 


Sabaha karşı, acı acı çalan telefon sonrasında babacığım, tekbaşına Ereğli’ye gitmişti. Dedem kendisini bütün Ereğli’ye sevdirmiş.


Babam diyor ki, o kadar çok insan başsağlığına geldi ki, çoğunu tanımıyordum.


Hatta gelenler arasında İçişleri eski bakanı rahmetli Faruk Sükan’da vardı.


“Allah rahmet eylesin, sayesinde işe girdim.. Allah rahmet eylesin, sayesinde çocuğumu okula gönderiyorum..


… Allah rahmet eylesin, sayesinde kızımın tayinini çıkarttık...  sayesinde kocamı ameliyat ettirdik...  sayesinde çocuğuma iş bulduk... sayesinde düğün yaptık... vs.”


Babam böyle diyenleri gördükçe, babam inşallah cennetlik, demiş. 





Hayatta kimsenin kalbini kırmayan dedemin, kalbinde asla kin, nefret, haset yoktu. Aksine çok merhametliydi ve herkesi çok seviyordu.


Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur, mekanı cennet, cennetteki makamı yüksek olsun.


Dedem in gözü arkada kalmadı ki, ölmeden İki kız, dört erkek çocuğunun, hepsini evlendirmiş; iş sahibi yapmış.





Dedem babannemden sonra tekrar evlendi. 1983 yılında Meryem halam dünyaya geldi. Dedem Meryem'e annesinin (Topal ebe) ismini vermiş. Şimdi çok ilginç bişey aklıma geldi: 


Topal ninenin eşi Çanakkale Gazisi İsa dedem, Meryem halamın da dedesidir. Benden on yaş küçük, Meryem halamı düşünerek geçen şöyle bir hesap yaptım;


Sanırım 30-40 yıl sonra dedesi Çanakkale’de savaşmış olan Türkiye’deki yaşayan tek insan Allah ömür verirse, Meryem halam olacaktır, büyük bir ihtimalle...  




Ben onaltı yaşındayken dedemin bana söylediği “Oğlum, bana birşey olursa Meryem’e siz sahip çıkın yavrum.” idi.


Meryem halam dedemden kalan düşük Bağ-Kur maaşıyla okumuş. Bir de anne kardeş Suat abisinin desteğiyle büyümüş.


1998’te annesi Hatice babannem de hastalanmış ve şu an bakıma muhtaç bir yatalak hasta.


2011’de Ereğli’ye gittiğimizde kuzenlerimle, tekerlekli sandalyemle onu ziyarete gittik. Dedeme sekiz yıl o baktı. Bize de babannelik yaptı.


Evinde yani az yemeğini yemedik. Beni görünce çok sevindi.


Dedem Meryem’i bana emanet etmişti. Fakat ilerde anlatacağım hastalığım ve bunalımımdan dolayı kimseyi düşünmüyordum.


Yine ilerde anlatacağım 2003 yılındaki hidayetimden sonra geçmişimi düşünmeye başladım.


2004’te onu aradım ve öğrendim ki üniversiteyi kazanmış. Amasya’da hemşirelik okuyormuş. Şu an evli ve Ankara’da bir hastanede hemşire olarak çalışıyor.


2008’te Amasya’dan Ereğli’ye dönerken Ankara’ya bize uğramıştı. Balkonda bir çay sohbeti yapmıştık.


“Abicim yedi yaşında babanı kaybettin. Neler yaşadın. Babasızlık nasıl bir şey?” diye sordum.



Meryem derin bir  nefes aldı ve dedi ki:


“Ah Abicim, babası olanlar koltukta oturuyor. Ben ise tabure de oturuyorum. Sırtım hep boşta.”


İkimiz de gözyaşımızı tutamadık. Allah senin kaderini güzel yazsın halacığım, dedim. 





Gerçekle kuşku arasında gidip gelmenin kararsızlığında, incecik çıtalarından kavramış halde tutuyordum onu. Defter kaplama kâğıtlarının gökkuşağını andıran renk harmonisi içindeki uçurtmanın hala benim olup olmadığından şüpheleniyordum.


Evet, o benimdi benim uçurtmamdı. Her ne kadar kuyruğunun yarısı kopuk, her ne kadar çıtasının biri kırıkta olsa onu elimde tutma, ona sahip olma tutkum her şeyin üzerindeydi.


Onun gökyüzünü yararak tüm benliğimle beraber havalanmasını izlemenin zevkinden mahrum bırakamazdım kendimi.


Hem benim hiç uçurtmam da olmamıştı yeryuvarlağının yüksekliklerine doğru salınan. Ama artık vardı ve elimde tutma uğruna, mahallenin en kabadayı ve iriyarı çocuğuna gözümü kırpmadan karşı koyabilmeyi göze alarak, sahip çıkmıştım kendisine.


O benim özgürlüğüm, o benim isyanım, o benim yaşam tünelinin uçlarına kadar serbestçe uçan düşüncelerim, fikirlerim, inançlarımdı. Evet, hepsi birer uçurtma gibiydi. İplerle bağlayacaktım onları beynimin en kuytu köşelerine.


Uçurtma gibi iplerle salacaktım özgürlüğün sınır tanımayan vahalarına. İradeyle dokunmuş, sabırla tutturulmuş, metanetle düğümlenmiş iplerin uzanabildiği yerlere kadar bırakacaktım onu, varlığımı taşırcasına.


“Bu âlemin insanları, bana müsaade” ya da “Yaşamak buysa eğer, bırak üstü kalsın” arabeskliğinin kaderciliğine boyun eğdirmeyen, ömür denen sürecimizde rampa tanımayan, her şeye her koşulda ulaşabilmenin, yaşadığımız ortama kuşbakışı bakabilmenin sembolüydü benim için uçurtma.


Görünenle görünmeyenin, bilenenle bilinmeyenin, olağanla olağanüstünün ayrımlarını tanımlayamadığım anların içinde düşünce dünyamla beraber, beni sırtına alıp, kendi açı genişliğinin üstünlüğüyle dolaştırırdı, hayal dünyasının geniş yelpazesinde.


Saflığın beyazlığını, mutluluğun maviliğini, şiddetin kızıllığını, her şeyi öğütüp yutan dipsiz koyuluğu rengârenk yaşatırdı bana, sanki anlıyor ve anlatıyormuş gibi.


Hafifliğine inat havada süzülüşü, özgürlüğe inat ipinin uzadığı yerleri zorlayışı, başkalarına inat sizin oluşu, farklı zıtlıkları tezat oluşturmayacak şekilde buluşturuşu ayırıyordu onu diğer hobilerimden ve zevklerimden.


O bir zevk miydi yoksa aşk mıydı tartışılırdı zaten. İçinizi kıpır kıpır edişi, ipleriyle elinizi tutuşu, geceleri rüyanıza girişi bir aşk gibi yüreğinize yerleşmesi, geçirirdi kendinizi kendinizden.


Raylar üzerinden gezinen bir trenden, tekerlekleriyle yaylanan bisikletten, suda yüzdürmeyi düşündüğünüz gemicikten onlara sahip olamadığınız hissinin bütününü örtmeyle görevli hissederdi, kuyruğuyla içinizdeki yoklukları kopartırcasına.


Şu güzelim bahar güneşinin sıcaklığıyla beraber tüm bunları bir kez daha hatırlıyorum çocuk dünyamın tüm evreni kaplayan hayalleri eşliğinde. Ilık ılık esen bahar rüzgârı yüzümü yalayıp geçtikçe, geçen rüzgârın seni havalandırışını hatırlıyorum yine bugünlerde uyanan doğanın, açan çiçeğin, yeşeren tomurcuğun da habercisiydin.


Sana olan tutkumu gizleyemeyişimin ardında, özgürlüğe düşkünlüğün, her şartta var oluşun vardı belki de. Film bile olsa seni vurmaya kalkanları içime sindirememiştim uçurtmayı vurmasınlar sloganıyla.


Hem vursalar da ne fark ederdi ki. Sen vurulmalar karşısında hiç vurulmamışçasına yine kalkıp dikilebilmeyi de simgelemiyor muydun hayat karşısında.


Evet, nihayetinde bir uçurtmaydın. Ne var yani sana bu kadar şeyi yükleyecek.


Ne var ki işte öyle değil. Gönlüm ve yüreğim senin sırtında senin hoşgörün ve iradenle yürüyecek, yaşamda güzel olan her şeye.


Yeşil Cami’den kuşbaşı süzülerek, Ereğli’nin engin bereketini kucaklatacaksın memleket coğrafyasında.


Sen birlik, sen kardeşlik, sen hoşgörü olacaksın.


Ereğli semalarında özgürce salınarak…



Ersal Özkan


Yazar Ersal Özkan



SONRAKİ BÖLÜM    ---              ---   ÖNCEKİ BÖLÜM


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder