3 Ocak 2016 Pazar

37. BÖLÜM - 37/41



 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

37. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

37. BÖLÜM - 37/41.

37-a) Allah için dost muyuz?.

37-b) Huzur ve mutluluk ibadet ve dostluktadır

37-c) Şükredecek ne çok şeyimiz var

37-d) İbrahim Kitabı Yazmama Yardım Etti

37-e) Neden kilo almıyorum?.

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 


 

Dostluk, sevgi, vefa, hoşgörü biz Müslümanların olmazsa olmaz vasıflarımızdır. 

 

Yaşım kırkı geçti. Benim namazlarımda birinci duam, ‘Allah’ım beni, bu hastalığım varken annem ve babamdan başka bir sebebe muhtaç etme.’ dir.

 

Bir dostumuzun yakını vefat ettiğinde sabret, hayat devam ediyor, napalım emir Allah’ın başın sağolsun, deriz; demesine de bu acıyı yaşamayan bilemez sanırım.

 

Bu acıyı ben yaşamadım fakat pek çok dostumun anne veya babası ahirete göçtü. Hastalığım, empati duygumu çok geliştirdi.

 

Yani kendimi karşımdakinin yerine koyup, onun duygu ve düşüncelerini hissedebiliyorum hamdolsun.

 

Bu empati sayesinde anne babasını kaybetmiş -eskiden sadece arkadaş olan, şimdiki gerçek- dostlarımı daha iyi tanıdım. Onlarla arkadaş olmayı nasip ettiği için Allah’a şükrediyorum.

 

MUSTAFA’M

 

Bu dostlarımdan biri Mustafa Alkaş’tır. Mustafa’mla 1994 te Karel’de altı ay beraber çalıştık. Hiç ayrılmazdık.

 

Sonra o astsubaylığı kazandı. Yıllarca –kardeşim Faik gibi- Anadolu’yu dolaştı. Fakat her hafta telefonla görüştük/görüşüyoruz.

 

Ailesi Ankara’da yaşıyor. 2006 da babası Muharrem Alkaş amca vefat etti. Babamla köyüne cenazeye gittik. Beraber sarılmış ağlamıştık. Anlatmıştım.

 

O an sanırım dünyanın geçici olduğunu daha iyi anladık. Birbirimize daha da bağlandık.

 

Efendimizin SAV dediği gibi sevgimizin artması için hediyeleşiyoruz. Ben ona arabasında dinlemesi için müzik CDsi, okuması için kitap hediye ederim.

 

O da bana Ankara’ya her gelişinde uğrar. Görev yaptığı şehirden bir meşhur hediye getirir. Mesela, Malatya’dan kayısı kurusu, Balıkesir’den meşhur tatlısını getirdi.

 



Zamanı darsa telefonda durumu anlatır ve hakkını helal et uğrayamadım, dua et dostum, seni seviyorum, der...

 

AYDIN BEY

 

Diğer gerçek dostlarımdan birisi Aydın Kaynarca Bey’dir. Bey dememin sebebi işyerindeyken öyle hitap etmemdi, çünkü üretim bölümü müdürüydü.

 

Annesi, Aydın Bey altı-yedi yaşlarındayken vefat etmiş. Babası, onu ve ablasını üvey anneye muhtaç etmemek için evlenmemiş.  

 

Sevgiyle büyütmüş, ama bir yardımcısı varmış. Aydın Bey’in çoçuğu olmamış dul halası Fethiye teyze… Aydın bey’in bu hayatta babası, halası, ablası dışında hiç yakını yokmuş.

 

Aydın bey, ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisidir, çok nazik ve son derece mütevazidir. Ben de yalnızım. Empati yaparak Aydın bey’in duygularını hissettim.




 
Aydın Kaynarca bey - Ereğli Şehitler Parkında 2014

Çünkü Hz. Mevlana der ya; Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.

 

“Sol yanım acıyor anne” şiirinde hep ağlarım. Aydın bey kimbilir okurken annesizliği nasıl hissetti. Bir defasında anlattığı şu anısı beni çok duygulandırmıştı:

 

Eskiden ilkokullarda beslenme saati olurdu. Ki hala vardır sanırım.

 

Aydın beyin sınıfındaki öğrenciler sırayla annelerine kek, börek yaptırıyormuş ve beslenme saatinde sırası gelen öğrencinin velisi getiriyormuş.

 

Birgün sıra Aydın beye gelmiş. O gece babasına  söylemiş; yarın önemli bir davam var ama bakacağım, demiş.

 

On yaşındaki Aydın beyi ertesi gün sınıfta heyecandan ateş basmış.

 

Beslenme saatinin başlamasına beş dakika kala kapı çalmış. Elinde bir tepsi su böreğiyle babası avukat Necati amca sınıfa girmiş.

 

Bir arkadaşına devretmiş işini. Aydın bey, hüzün ve sevinç karışımıyla gözyaşlarını tutamamış.

 

O anı hiç unutamam, demişti. Bu anıyı dinleyince gözlerim yaşarmıştı.

 

 

2005 yılında kanserden babası Necati Kaynarca amca vefat etti.

 

2006’da da Kuran okurken halası Fethiye teyze yanarak öldü; cesedi kömürleşmiş, fakat Aydın bey önündeki Kuran Kitabının yanmadığını söyledi. Sübhanallah !

 

Fethiye teyze yanarak öldü, Necati amca da kanserden öldü, inşallah ikisi de şehittirler.

 



Aydın bey’in babası ve halasının vefatından sonra sık sık görüşmeye başladık. Birbirimizi tanıdıkça daha çok sevdik.

 

Aydın beycim, beni sevdiğini söyleyen pek çok akrabamdan bana daha yakındır. Ziyaretiyle beni mutlu eder ve –duası makbul denilen- bir engellinin duasını alır.

 



Aydın bey de Efendimizin SAV tavsiyesi gibi bana her gelişinde hediye getirir. Çok cömerttir, pek çok kitap, CD, tişört getirmiştir.

 



Bazen değerli hediyeler aldığında mahcup oluyorum. Alçakgönüllüğü ile diğer gelişinde hiç bahsetmez bile…

 

Ben de anneme, dostum annesiz, babasız yalnız yaşadığından her gelişinde sıcak ev yemekleri yaptırırım. Bizim Aydın beyle dostluğumuz Allah içindir.

 

“Doğayı yağmur, insanı güzel sohbet rahatlatır. İkisi de ruhumuzu yıkayan damlalardır.”

 

Aydın beyle sohbet ederek ikimiz de huzur buluyoruz.

 

Hediyeleşmek sünnettir.

 

Gerçek dostluk, menfaat olmaksızın birbirini Allah için sevmektir. Birbirini samimiyetle arayıp hal hatır sormaktır. Dostum seni seviyorum, diyebilmektir.

 

Bunları anlattım ki, inşallah örnek olayım. Hediyeleşelim ve muhabbetimiz artsın.

 

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı olan Karamanlı hemşehrim Şeyh Edebali, Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’e verdiği -yarım sayfalık- öğüdünün bir yerinde şöyle der:

 

“…Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz…” 

 

Ben acizane bu öğütte yazanları uygulamaya çalışıyorum.

 

Bu nasihate uyarak dostlarımı telefonla ararken en az bir hafta geçmesini beklerim.

 


Mustafa’m, Aydın bey sizi Allah için çok seviyorum. Allah sevdiklerimizle birlikte bizi cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin. Efendimize SAV komşu etsin.

 

Yalnız dünyada değil, ahirette de sonsuza kadar dost olmayı nasip etsin. Amin …

 

 


 

Insan inandığını yaşadıkça huzurlu ve mutlu olur...

 

Yaşadıkları inandıklarına ters düşdükçe de huzursuzdur.

 

Böyle bir durumda öncelikle yaşadıklarını gücü nispetince inancına uygun hale getirmeye çalışır.

 

Gücünün yetmediği yerlerde ise yaşadıklarını akli mazeretlerle inancına yaklaştırır...

 

Bu eylemler bütün insanlar için standarttır ve kimin neye inandığıyla ilgili olmaksızın herkeste aynı şekilde çalışır...

 

İlginç olan nokta ise; inandığını tam olarak yaşayanlarda bile bir eksiklik algısı, tamamlanamama, bir kuşku ve korku daima vardır.

 

İnandığına olan güven duygusu o korkuya baskın gelirse kişi korkunun üstünü o güvenle örterek huzuru hisseder.

 

Farkındalığın, kendini bilmenin, uyanmanın, kıyametin, ölmeden önce ölmenin vb, her ne isim altında olursa olsun, algısının açılması insanı gerçek huzura taşır ve bunun alameti perdelerin kalkıp HAL ELBİSESİNİN giyilmesidir.

 

Buraya dair sözler, bilgiler bilinir olsa bile kavga, arayış vb durumlar bitmemiş ise henüz hal elbisesi giyilmemiş, ilmel yakınlık aynel yakine dönmemiştir...

 

O halde farkındalık öncesinde inandığını yaşadığı halde huzur oluşmaması kişinin kendini ve inandığını bilmemesiyle ilgilidir.

 

Kişinin bildiği sadece bir kelime ve o kelimeye kendi yüklediği anlamdır...!

 

Herkesin kendisi gibi inanması yolunda savaşır, kendi tanımı dışında bir şey görmesi ve duyması ona huzursuzluk verir.

 

Marifet mertebesini içselleştirmiş ARİFİ BİLLAH olarak tanımlananlar ise hiçbir bilginin kaydı altında kalmadığı için kendi doğrusunu karşıya dayatma savaşından kurtulmuş, muhabbet deryasına dalmış hal içindedirler.

 

Kendilerini anlayanlarla gönül lisanıyla, anlamayanlarla ise sıkıntı vermemek için zahir perdesinden konuşurlar....

 

Aşıklar ve arifler bu yüzden konuşulması gereken yerde konuşur, susulması gereken yerde ise susarlar.

 



Kısaca onlar konuşmasını da susmasını da bilirler. Ne konuşmaktan ne de susmaktan dolayı sıkıntı çekerler çünkü onlar her yerde hakkı mürakabe, mükaşefe ve zevk ederler...

 



Ersal Özkan

 

 


 

Bizler yeterince şükretmiyoruz ve bazı şeylerin kıymetini kaybedince anlıyoruz. Halbuki düşünsek o kadar çok nimetimiz var ki...

 

Evet her halimizde, her zaman şükretmeliyiz. Hani bir söz vardır:

 

“Sizin sahip olduğunuz nimetleri hayallerinde yaşatanlar vardır.” 

 

Size bu yazıda hep şükreden değerli bir dostumdan bahsedeceğim. Eylül 2011’de Ereğli’den Ankara’ya döndük. Ben her akşam TV açmaz, internette Facebook ve dini sitelerde sörf yaparım.

 

Ekim 2011’de bir akşam, Facebook’taki ortak bir engelli arkadaşımızın vesilesiyle 1987 doğumlu genç İbrahim Oğuz kardeşimle tanıştım.

 

O da, Ankara Sincan’da ve bize yakın oturuyormuş. Kısa zamanda, kamera ile yaptığımız hoş sohbeti ve cana yakınlığıyla beni kendine çekti, muhabbetimiz arttı.

 

Onu bize çay içip sohbete çağırdım.

 

Abi ben gelemem, siz gelin inşallah, dedi. Ocak 2012’de bir Cuma namazı sonrası annem, babam ve tekerlekli sandalyeyle ben, İbrahim’i ziyaret ettik. 

 


Apartmanlarında geniş asansör vardı, tekerlekli sandalyem ve babam sığmıştık.

 

İbrahim Oğuz’u ilk gördüğümde ona kanım ısındı, gülümsüyordu, nurlu bir yüzü vardı. Kanepede oturuyordu. Önündeki sehpada laptop açıktı. İbrahim kas hastasıydı.

 

Okulu yarım bırakmasına rağmen kendini yetiştirmişti, bilgisayarı çok iyi kullanıyordu.

 

Sohbet ederken anlattı, 250 çeşit kas hastalığı varmış. İbrahim’in boyundan aşağı hiçbir kası çalışmıyordu.

 

Annesi onun herşeyiydi, sabah kanepeye oturumuna getirtip önüne laptopı açıyormuş. Bilgisayarı nasıl kullanıyor diyorsunuzdur. Anlatayım...

 

İbrahim Kardeşim,  sadece çalışan sağ el bileği ve sağ el başparmağı  ile  fareyi gezdirip tıklayabiliyor. Yine de hep şükrediyor.  

 

Ekran klavyesi ile yazıyor, farenin her iki tuşuna da başparmağı ile basıyor. Ekran klavyesi, engelliler için geliştirilmiş minik bir programcıktır.

 

İbrahim’le Facebook’tan mesajlaşırken onu normal klavyeden tıklayarak yazdığını sanıyordum. Görünce anladım nasıl yazdığını...

 

Annesi bize çay ve börek getirdi. Ben börekle çayı çok severim. Biz yerken annesi İbrahim’e de börek ve çay getirdi.

 

Keyifli sohbetimiz sırasında annesi böreği lokma lokma küçültüyor ve yediriyordu, arada boğazında durmasın diye çay içiriyordu.

 

O gün eve dönünce akşam düşündüm. İbrahim kardeşimin  bir  yeri kaşınsa nasıl sabrediyordu...

 

Bana sabırlı diyorlar, ya İbrahim’i görselerdi. Ben bu yazıyı İbrahim’den izin alarak yazıyorum. Bana diyor ki, Abi seni kendime örnek alıyorum...

 

İbrahim abicim, asıl ben seni örnek alıyorum. Çok ince düşüncelidir, kalp incitmemek için söylediği, yazdığı herşeye azami dikkat eder.

 

Her Cuma sabahı bana, hayırlı cumalar abi, diye Facebook’tan mesaj atar.

 

Eğer odasında misafiri olur, gürültüden telefona cevap vermezse, hemen Facebook’tan abi hakkını helal et, açamadım diye mesaj atar.

 

Çünkü İbrahim sehpada farenin yanında duran cep telefonunu başparmağı ile açma tuşuyla açıyor ve sonra hoparlör tuşuna basıp sesi dışarı veriyor...

 

İbrahim nasılsın diye her sorduğumda, Allah’a binlerce şükür iyiyim abi, der. Ben bazen, İbrahim sen ne sabırlısın, kımıldamadan oturuyorsun ama hep şükrediyorsun, diyorum.

 

Abi neler var, annem, babam yanımda, sıcak evimiz, akan suyumuz, internetimiz, yiyeceklerimiz var.

 

Görüyorum, duyuyorum. Bir nefes alıp vermek bile ne büyük nimettir, değil mi abi?

 

Geçen gün İbrahim’le kamerada görüştük. Abicim geceleri nasıl yatıyorsun, aynı pozisyonda yatınca acı olmuyor mu?, diye sordum.

 

Oluyor abi ama annemden Allah razı olsun, gece on kere kalkıyor, beni bir sağıma, bir soluma, bir sırtüstü çeviriyor. Yüzüstü yatınca nefesim daralıyor, abi, dedi.

 

İbrahim’le anlaşamadığımız tek nokta tuttuğu takım. Fanatik bir Galatasaraylıdır... Ben ise iyi Fenerbahçeliyim.

 


 

Yensekte, yenilsekte maçlardan sonra birbirimize tebrik veya moral mesajı yazarız.

 

İbrahim herşeye rağmen hayat doludur, esprili konuşmalarıyla bana hep moral verir.

 

Evet ben tuvalete tekbaşıma gidebilecek sağlık için hayaller kurarken, İbrahim ise masadaki çayı kendi elleriyle içebilmek istiyor.

 

İbrahim kardeşim, bu sabrı ile cennette çok yüksek makamlarda olacak inşallah. Ben her namazımda ona dua ediyorum, o da bana ediyormuş.

 

Duası makbuldur diye bilinen imanlı engelli duası ile karşılıklı dualaşıyoruz.

 

İnşallah cennette bir Fb ve Gs takımı çıkarıp maç yapacağız :) Belki de İbrahim cennetteki Kadıköyde Fb’yi yener :)  

 

“Sizin sahip olduğunuz nimetleri hayallerinde yaşatanlar vardır.”

 

Herkes sahip olduğu nimetleri düşünsün lütfen...

 

Hadi şöyle bir içten gelerek ELHAMDÜLİLLAH çok şükür diyelim....

 

 


 

Ben bu kitabı yazarken sevgili Son Mesnevihan Hayat Nur Artıran Hanımefendi’ye e-mail attım. Sohbetlerinden kitaba eklediğim yerleri gönderdim ve onay istedim.

 

Harika düzeltmelerle yanıtladı, çok mutlu olmuş, telefonumu istedi ve onbeş-yirmi dakika moral veren güzel bir sohbet ettik. Sonra, zahmet etmeyin desem de, ev adresimi aldı.

 

Üç farklı kitabını kargoyla yolladı ve istediğin bölümü kitabına ekleyebilirsin, dedi. Allah razı olsun.

 

Özellikle “Aşk Bir Davaya Benzer” isimli kitabındaki tespitler ruhuma huzur verdi. Tekrar tekrar tefekkür ederek okudum.

 

Ve bunları kitabıma aynen geçirmek istedim. Ama sayfalarca yazıları bakarak Word dosyasına yazmak çok vaktimi alırdı.

 

Çünkü pekçok kişiye bir aya internette kitabı yayınlayacağım, demiştim. Düşünmeye başladım.

 

Aklıma Facebook arkadaşım İbrahim Oğuz geldi. Söyleyince, tabiki Celal abi çok sevinirim, zaten işim yok, dedi.

 

Acele etme, desemde, gönderdiğim kitap sayfasının resmini aynı gün Word’e aktardı.

 

Hem de sadece vücudunun çalışan tek kası, başparmağı ile ekran klavyesine tıklayarak… Allah razı olsun.

 

Kars ilimizde türbesi bulunan Allah dostu Ebu’l-Hasan Harakani Hazretlerinin halini İranlı mutasavvuf Feridüddin Attâr hazretleri şöyle tarif ediyor:

 

“Âbid sabahleyin kalkar, ibadetini artırmaya çalışır; Zâhit de zühdünü artırma peşine düşer; Bu Ebu'l Hasan da bir kulun gönlünü mutlu etme derdindedir…”

 

Sevgili Hayat Nur Artıran “Aşk Terk Etmez” isimli kitabında bu tespiti anlattıktan sonra diyor ki;

 

“Kulluk budur, bir kulun gönlünü hoş etmeye çalışmak... Ne ibadetini artırmak, ne zühdünü artırmak, ne de zühd ve takvasıyla mağrur olmak...

 

Asıl ibadet, her sabah uyanıldığında, ‘Ya Rab, acaba bugün hangi kuluna hizmet edebilirim? Hangi kulunun gönlünü hoş edebilirim?’ diyebilmektir. ”

 



Bunu engelli kardeşlerimin yaptıkları güzel işlere bir örnek olsun diye anlatttım.

 

Çünkü İbrahim çok mutlu oldu. Celal abi ben bu işi çok sevdim, varsa gönder abi, dedi. Evet daha böyle çok yazdı ve kitabı yazmama yardım etti.  

 

Sevgili dostum İbrahim Oğuz bu kitaptan sevap gelirse hissedar olacaktır inşallah.

 

Zaten şimdi aklıma geldi. Ben bazı etkili, güzel kısa dini sohbet videolarını yazıya geçiriyorum. Ki bunları blog yazılarımda kullanıyorum.

 

Mesela Youtube’dan yazıya geçireceğimiz bir sohbetin dakikalarını İbrahim’le paylaşabiliriz.

 

Belki kitap bittikten sonra beraber o işi yapabiliriz ki, ikimiz de insanlara faydalı olur ve mutlu oluruz inşallah.

 

 

 


 

Bendeniz engelli olmama, 7/24 yatmama rağmen, fazla kilolu değilim. Aslında nedeni çok basit; Az yiyorum. Ama az yemekle nasıl doyuyorum, anlatayım.

 

Az yemenin faydaları hakkında Peygamber Efendimiz SAV “Az yiyerek maddi manevi hastalıklarınızı tedavi ediniz” , “Az yiyiniz, sıhhat bulunuz” , “Nefsinizi aç bırakın ki, kalbinize irfan nuru doğsun” diye buyurmuştur.

 

İlahi aşk yolunda yürümenin ilk düsturu şu üç şeye uyulmasıdır. Killet-i taam, killet-i menam, killet-i kelam. Yani, az yemek, az uyumak, az konuşmak.

 

Az yemek az uyumaya, az uyumak az konuşmaya, az konuşmakta dinlemeye vesile olur.

 

Bilindiği üzere ruhumuzu beslemenin diğer bir şartı da dinlemektir. O nedenle, Kuran

okumak sünnet, dinlemek farzdır. Aynı sebep dolayısıyla Hz. Mevlana da Mesnevi’sine “Dinle” diye başlamıştır.

 


Hatırlarsanız sigarayı bırakınca çok kilo aldığımdan ve 2003-2004 gibi komşumuz, dostum avukat Ali Kırmızıgül beyle beraber uyguladığımız diyetle zayıfladığımdan bahsetmiştim. 

 

O zaman hareket etmeden on-ondört kilo vermiştim. Uzun yıllar dikkat ettim. 2011’deki şeker komasından sonra sık sık yemeğe başladım ve çok kilo aldım, çünkü şekerim düşüyordu.

 

Fakat iki yıldır kilom normal gidiyor. Şimdi neden kilo almadığımı anlayabilmeniz için, şu prensipleri yıllardır nasıl uyguladığımı yazmak istiyorum:

 

Öncelikle, Peygamber Efendimizin SAV tavsiyeleri uyarınca şu üç şeyi prensip edindim:

 

* Acıkmadan yemek yemem. Annem sorunca daha acıkmadım, akşam namazından sonra hazırla anneciğim, derim mesela.

 

* Tam doymadan yemeyi bırakırım. Nefsime, biz dünyaya yemek yemeye gelmedik, sabret, inşallah cennette tonlarca kebap, baklava yiyeceksin Celal, bu kadar yeter, ölmezsin, derim.

 

* Günde iki ana öğün yemek yeter. Sabah ve akşam…

 

Şimdi şeker hastasısın, iki öğünle nasıl yetiniyorsun, dediniz. Anlatayım.

 

Ve o prensipleri şu iki şeyi yaparak uyguluyorum:

 

1. İnsan, her öğün protein almazsa beynine doyduğuna dair sinyal gitmiyor. Her öğün az protein alırım. Tavuk, kıyma, yumurta, balık, peynir, mantar, vs.

 

 Bir de bildiğimiz ekmeği kesinlikle yemem, her öğün bir-iki dilim kepekli veya tam buğday ekmeği yerim. 

 

Gençken bir tencere makarna yerdim ama hala açlık hissederdim. Şimdi bir tabak makarnayla doyuyorum çünkü makarnaya annem kıyma katıyor. Yani protein…

 

2. Ben yemek yerken ve de yedikten sonra, bir-bir buçuk saat hiç su içmiyorum.

 

İnsanın midesi aynen bir tencere gibidir. Yediğimiz gıda ve yemeklerin hepsi bu tencerede tekrar pişirilir, hücrelere gönderilir. Fakat çok su içince neye benzer biliyor musunuz?

 

Mesela yemek pişirirken üzerine su boşaltırsanız nolur, yemeğin besleyici özelliği kalmaz, tadı bozulur. Atasözünü bilirsiniz; “Pişmiş aşa su katmak”

 

Yemekten hemen sonra su içersek aynen bunun gibi dağılır, besleyici özelliği kalmaz ve çabuk acıkırız.

 

Yemek yerken içtiğimiz su ise, ocakta pişirirken yemeğe koyduğumuz gibi bir-iki bardak civarı olmalıdır.

 

Ben doymadan yemeyi bırakıyorum, fakat az yediğim bu yemeği, mide tencerem pişirinceye kadar sabrediyorum.

 

Yemekten bir-iki saat sonra istediğim kadar su içiyorum.

 

Tabi bunlar ana öğünler. Sabah ve akşam arasında, minik ara öğünlerim oluyor. Bisküvi, hurma, meyve, yağsız kuruyemiş, vs…

 


Bir de ben ayrıca şu üç şeyi sürekli yaparım: 

 

Annem her sabah bir limon sıkar ve sıcak suyla şekersiz limonata yapar, yağlarımı eritiyor. İkincisi, kahvaltıda ve arada günde bir bağ maydanoz yiyorum.

 

Üçüncüsü, bol bol litrelerce su içerim. Yemeklerden iki saat sonra…

 

***

 

Bütün bunları, yıllardır okuduğum kitap ve yazılar, dinlediğim sohbetlerden uygulayarak yıllardır tecrübe ettim. Evet işe yarıyorki, kilo almıyorum.

 

YALNIZ ŞUNU DA BELİRTMELİYİM Kİ, KENDİME ARADA ÖDÜL VERİRİM. Ereğli’de HER CUMA NAMAZ SONRASI ETLİEKMEK YERİM MESELA…  

 

Efendimiz SAV döneminde doktora ihtiyaç duyan çok az kişi varmış.

 

Peygamber Efendimiz SAV, az hastalanmanın sebebinin, 'Ashabın iyice acıkmadıkça yemek yememesi ve yemekten tam doymadan kalkması' olduğunu söylemiş.

 

Günümüzde bu sünnetlere az riayet edildiğinden olsa gerek, herkes soluğu ya diyetisyenlerde ya da çeşitli sağlık problemleri yüzünden doktorlarda alıyor.

 

Uzmanlar telefonlarınızın bataryası iyice bitmeden şarja takmayın, diyorlar.

 

Laptop bilgisayarımın bataryasının ömrü iki yılda bitmişti. En son, on dakikada şarjı bitiyordu. Değiştirirken sebebini sorduk; sürekli şarj kablosu takılı kullanmamızmış.

 

Evet, bu bir ilahi kanun mudur bilemiyorum ama acıkmadan, yemek üstüne yemek de Allah bilir, ömrümüzü kısaltabilir. Zaten hastalıkların kaynağı çok yemektir.

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder