3 Ocak 2016 Pazar

32. BÖLÜM - 32/41



 
Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

32. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

32. BÖLÜM - 32/41.

32-a) Mayıs 2009’da Efkan Hocamın yaşadığı bir olay.

32-b) Kuran’a göre insanın yolculuğu.

32-c) Nihayet emekliyim..

32-d) Karel’e veda mektubu.

32-e) Sülalemizde tek engelli ben değilmişim..

32-f) Hayata Tutunma Sanatı

 

 
Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:



 

Efkan hocama her yaz, bu sene de vuslat olmadı hocam, derdim. Celȃl, vuslatı ancak Allah bilir. Kimin ne zaman vuslatı olacak, ona ancak Allah karar verir, der.

 

Efkan hocam bununla ilgili bir söz söyledi. O sözü bir yazıda şöyle anlatmıştım:

 

Efkan hocam inşallah Allah’ın sevdiği salih kullarındandır. Çok temiz kalpli, kimseyi incitmez, halim-selim biridir. Halim demişken, babası Halim amca, hocam yedi yaşındayken ölmüş, yetim büyümüş. Allah yetimlerin hamisidir.

 

Mayıs 2009’da hocamın yaşadığı bir olay şöyledir:

 

Bir öğrenci okulda rahatsızlanmış. Hocam müdür yardımcısı olduğu için öğrenciyi hemen özel arabasına bindirmiş, hastahaneye acile götürmüş.

 

Öğrenci muayene odasına alınmış. Efkan hocam arabasını parka yerleştirmiş ve tekrar acile gelmiş, aklı öğrencide, durumunu merak ediyormuş... 

 

Acil bölümünün ikinci kapısından girerken birden gözleri kararmış, sanki güneş batıyor gibi bir durum oluşmuş. Efkan hocam düşeceğini hissetmiş ve kapının kenarına tutunarak yere yığılmış.

 

Hocam artık gerisini hiç hatırlamıyordur. Öğrencinin başında bulunan okul görevlisi oradaki kalabalığı görünce bakmış ve yerde bir kişinin yattığını görmüş ve doktor  malesef ex olmuş demiş, ama yine de hemen müdahale etmek üzere içeri almış.

 

Efkan hocam o an kalp krizi geçirmiş ve nabız durmuş. Orada bulunan sevgili doktor Ercan Arslan bey hemen hocama şok veriyor. Hani filmlerde olur, o şokla hasta zıplar ya aynen öyle...

 

Dr. Ercan ARSLAN eskiden Milli Eğitim’de doktor olduğu için hocamı tanır ve elinden gelen her şeyi  yapar.  Allah razı olsun.

 

Bir çok  şoktan sonra nabız tekrar atmaya başlıyor. Acil de Efkan hocamı görenler o günü hiç unutamıyor. Çünkü Efkan hocam o an bir ölü gibiymiş…

 

Efkan hocam sonrasında kalp ameliyatı ile kalp kapakçığı değişti, şimdi iyi hamdolsun.

 


İşte bu olay, Allah’ın hocamı sevip kolladığının bir örneği sadece. Hocam diyor, eğer o kriz okulda olsaydı, kolonya verin, su verin falan ben şimdi toprak altındaydım.

 

Efkan hocam diyor ki, ben öğrenciyi acile götürmemişim aslında acile kendimi götürmüşüm.

 

Ben ona bazen şunu diyorum: Hocam halsizim, ölüm yakın, çok yorgunum hakkını helal et, ölünce şunu şunu yap inşallah gibi sözler söyleyince hocam diyor ki:

 

Celȃl, ayetle sabittir ki ölüm, ne bir saat geri, ne de bir saat ileri gidebilir. Ölüm ansızın gelir. Önemli olan ölmek değil, ne halde öldüğümüzdür.

 

Hani yılbaşıları için derler ya; geçen yıl yaptıklarınızı düşünüp dersler çıkartın; aynen öyle hepimiz her zaman hayatımızın muhasebesini yaparak ölüme hazır olmalıyız.

 

İşte Celȃl, o kriz hastanede değil de, okulda olsaydı ben çoktan ölmüştüm. Demek ki Allah yaşamamı murad etti, ki o kriz anında hastanede olmamı nasip etti.

 

Bence sen günahsızsın, elbette hepimiz öleceğiz. Öldükten sonra arkanda güzel şeyler bırakman önemli olan...

 

İşte ne güzel yazıyorsun, aslında bana da çok faydalı yazıların... Vuslatı düşünme, onu ancak Allah bilir. 

 

Evet yazıya başlarken bahsettiğim konuşma işte buydu. Seni çok seviyorum hocam.

 

 


 

İnsan bir yolcudur.

 

Ruhlar aleminden anne karnına,

bebeklikten çocukluğa,

çocukluktan gençliğe,

gençlikten olgunluğa,

olgunluktan yaşlılığa,

yaşlılıktan kabire, …

 

Kabirden mahşer meydanına,

mahşerden sırat köprüsüne,

sırattan inşallah cennete,

 

cennetin yüksek makamlarına ve nihayet Rabbimizin Cemaline uzanan bir yolcudur…

 

 



 

Evet, iki sene zorlansam da sabrettim. Nihayet, Rabbime binlerce hamdolsun, temmuz 2010 da emekli oldum.

 

Efkan hocamın teşvikleriyle internette blog sayfası açtım. Üçyüzden fazla yazı yayınladım. İşte şu an bu kitabı yazıyorum. Emekli olalı hiç sıkılmadım çok şükür. 





Dostum Aydın Kaynarca beyle bir cuma namazı sonrası 2013

Emekli olurken işyerindeki elliye yakın arkadaşım benim için veda yemeği düzenledi ve bana Lcd televizyon hediye almışlardı. Allah razı olsun.

 

Son çalışma günü bütün Karel’e bir veda mektubu yazdım. Ve emaille herkese gönderdim. Aşağıda paylaşmak istiyorum:

 

 


 

Saygıdeğer amirlerim , müdürlerim ve kıymetli arkadaşlar ,

 

    16 yılı aşkın bir süredir mensup olduğum Karel ailesine veda ediyorum. Allah’a binlerce şükürler olsun ki bana sabredip sevap kazanmam için hastalık verdi ama çalışmamı da nasip etti ve nihayet beni emekliliğe ulaştırdı.

 

Öncelikle babama, anneme, daha sonra adlarınızın birini bile saymayı unutursam çok üzüleceğim siz sevgili dostlarıma sonsuz teşekkür ediyorum. Allah sizlerden razı olsun.

 

      (Özellikle) Yaman Tunaoğlu beyin , Ender Altın beyin , Süha Can beyin ; ayrıca temizlik görevlisi Sinan kardeşimin , fabrikada Efendi ve Ömer ağabeyin (rahmetli Zeki abinin) ; mutfak görevlileri Gülsever ablanın , Binnaz hanımın , fabrikada Meryem teyzenin ve isimlerini hatırlayamadığım diğer mutfak görevlileri bayanların  ... Burada isimlerini anmadığım arkadaşlar :

 

       İsimlerinizi tek tek anmasam bile, ancak hepinizin kalbimde özel yeriniz var. Sizleri çok ama çok seviyorum. Haklarınızı asla ödeyemem. Emekliliğe ulaşmam da sizlerin katkısı çoktur.

 

Siz lütfen yalnızca bana hakkınızı helal eder misiniz? Sizlere mükafatınızı öte alemde ancak Allah verebilir.

 


     Hayatı yeni tanıyan 20 yaşında engelli bir gençtim Karel’e başladığımda....   Çok mutlu günlerim de , gözyaşı dolu günlerim de oldu bu 16 yıl içinde...

 

-        Tahir beyin vefatı , Zeki abinin vefatı,

 

-        İlk yeğenimin doğduğu gün,

 

-        Kız kardeşimin bilgisayarımdan ilk öğretmenlik tayinini öğrendiğim anki sevincim,

 

-        Öğle tatillerinde izlediğim basket, futbol turnuvaları...

 

-        2000 yılında babamın beni almaya gelirken yaptığı kazanın ardından ilk iş beni araması.

 

-        Sarhoş gibi yürürken herkes bakıyor diye başımı kaldırmadan yürümelerim, yere düşmelerim, zorlanarak ayağa kalkmaya çalışmalarım, Kalktığım andaki buruk mutluluklar

 

-        Hastane gecelerim... Unutamam hastanede bir gün, çalıştığım Dijital lab.taki bütün arkadaşların beni ziyarete geldiği an... Kapı çalınıp açıldığında herkesi karşımda görünce çok mutlu olmuştum. Hastaya en iyi ilaç moralmiş.

 

-        Süha beyin Karel’den ayrılırken ona sarılıp ağladığım an ...

 

-        2002 Dünya kupası Türkiye - Brezilya maçını üretimde toplu halde duvara yansıtarak izlememiz, ve Hasan Şaş’ın attığı golle herkesin sarmaş-dolaş olması ve yapılan tezehüratlar.

 

-        Yıllarca sigara odasında duman altı zehirlenişlerimiz... Neyseki Ağustos 2002 de bu illetten kurtuldum. Artık sigaradan tiksiniyorum. Yaptığım kaba hesaba göre 2002 ye kadar, on bin dolar civarı parayı yıllarca havaya üflemişim... Ve kaybettiğim sağlığım geri gelir mi?

 

-        Başta sevgili patronumuz Yaman Tunaoğlu bey olmak üzere , bu 16 yıl içinde bir çok arkadaşımızın anne veya babasını kaybettiğine şahit oldum. Allah hepsine rahmetiyle muamele eylesin.

 

-        Yazın öğle tatillerinde şirket bahçesinde ağaç altı sohbetlerimiz.

 

-        Tekerlekli sandalyeye mahkum olmadan önce , babamdan habersiz (genelde hep şehir dışında çalışıyordu.) annemden zorla-gönülsüz aldığım anahtarla serçe arabamızla işe gelmelerim... Ve 3 kez maddi hasarlı kaza yapmam... üstelik ehliyetsiz ve engelliyken ...

 

-        Bu 16 yıl içinde Galatasarayın UEFA şampiyonluğunu, milli takımın dünya üçüncülüğünü gördüm. Fakat ne yazık ki bir Fenerbahçeli olarak Türkiye kupası sevinci yaşayamadım. :-)

 

 

     Ahh Ah ! Daha nice hatıralar... Bunlar, unutamadığım anlardan sadece bazılarıydı.

   

     Belki bilmeyen arkadaşlar olabilir. Ben Meslek Yüksek Okulunu bitirirken 1993’te hastalandım. 1994’te engelli vasfıyla Karel’e başladığımda sarhoş gibi sallanarak yürüyordum.

 

Zaman içinde stres, bunalım ve yalnızlık gibi nedenlerle hastalığım ilerledi ve 1998 de tekerlekli sandalye kullanmaya mecbur kaldım. Bana merdivenlerde koluma girerek yardım eden, edemeyen herkese çok teşekkürler.

 

 

     Sizin gibi ülkemizin çok değerli insanlarının arasında olmak bana şerefti. Ömrümün sonuna kadar sizleri unutmayacağım. Lütfen Haklarınızı helal eder misiniz? Benim hakkım herkese helal olsun.

 

                       Allah'a emanet olun... Elveda !

 

                       Celȃl Çelik  16 . Temmuz . 2010

 

 


 

Ben sülalemizde bir tek kendimi engelli sanıyordum.   2010’da bir akşam, Konya’da akrabamız olan Hacı Mahmut Kasapçopur amca'nın kızı ve damadı bize uğradılar.

 

Babamın banyoya benim için yaptığı vinç sistemini incelediler.

 

Çünkü Mahmut amca ağır bir kalp ameliyatı geçirdi. Mahmut amcanın eşi Sudiye Kasapçopur 40 yıldır felç, ve tekerlekli sandalyedeymiş.  Artık ağır yük kaldıramaz.

 

Mahmut amcalar tedavi için Ankara'da, bize yakın oturan abisinin evinde kalıyorlar.  Akşam bizim evde kızı ile konuşurken, annesinin hikayesinin internette olduğunu söyledi.

 

Bende onlar gidince okudum ve gözyaşımı tutamadım. Ben de tekerlekli sandalyede sadece kendimi çileli sanırdım. Meğer ne kahramanlar varmış sülalemizde ...

 

Komşularının tanıdığı Karaman Ayrancı’lı hemşehrimiz yazar Ersal Özkan, bir akşam onlara gelmiş, Hayat öykülerini dinlemiş ve daha sonra sayfasında bu hikayeyi yazarak internette yayınlamış.





Eğitimci Yazar Ersal Özkan

Ayrıca bu yazıyı bir kitabında değerlendirmiş. Sayfasından kopyalıyorum:

 

 


 

    Anlatacağım sevginin masallaşmış, kırık, bir o kadar da hazin yolculuğudur.  Hayata direnmek adına verilen destansı bir mücadelenin öyküsüdür. Sudiye Kasapçopur 1972 yılında İvriz Öğretmen Okulundan mezun olur. Küçük kardeşi Ekrem ile birlikte çıkar ilk öğretmenlik yolculuğuna. İlk görev yeri Seydişehir’in virane bir köyüdür.

 

    Altı ahır, üstü metruk bir ahşap eve yerleşirler. O yıllar köylerin yokluğu iliklerinde; ülkenin ise terörü yüreğinde hissettiği yıllardır. Bir ışık yakmak için ülkenin aydınlık günlerine, yüreği memleketin kalkınma sevdası ile çarpan Sudiye öğretmen, okulunun binlerce eğitim neferinden sadece biridir, köylere ilaç diye ışık diye gönderilen…

 

    Teyzesinin oğlu Mahmut Bey’le evleninceye kadar, köy şartlarının imkânsızlığını yenme adına, yılmadan, usanmadan başağa renk veren güneş misali, zorlukları kolaya çevirme aşkıyla yapar öğretmenliğini.Mutlu bir evliliğe takılan taçtır annelik.

 

    Tansiyon problemiyle zor geçen hamilelik sürecinin dokuzuncu ayında, kilim çırpmak isterken düşen tansiyonu, çeker onu boşluğa. Boşluğa verir karnında ki bebesini, önce yavrusunun tekmelerini sonra parmak uçlarında tebeşire şekil veren sinir uçlarını…

 

    Kırılıp bin parçaya ayrılmıştır başındaki annelik tacı, habersizce yatmaktadır… Düşme sonrası küçücük bir taş parçası, vücudun da büyük bir hasar bırakırken, kader de felçli yılların dekorunu kurmuştur Sudiye Öğretmenin yaşantısına. Bir daha ayaklarını ve ellerini kullanamayacak olmaktan daha çok yavrusunu kaybetmiş bir annenin hüznüyle bakar hastane duvarlarına.

 


    Denizin yakamozuna vurulmuş yorgun gemi gibidir limana çekilen.  Bedeninin kaleleri bir bir zapt edilirken, başkenti yüreği sokmaz çaresizlik askerlerini içeriye. Kalbi ve gözleri başlatır iç savaşını, beyni verir  emri! “Kurtuluş mücadelesi verenler asla kaybetmezler kaybedenlerin ise ölüden bir farkı olamaz.”

 

Felek yanlış kapıyı çalmıştır. Çaresiz gözlere, çareyi anlatan Sudiye Öğretmenin yenilgiyi kabul etmek yoktur tabiatında. Ağrılar ok gibi saplanırken vücuduna, burçlara dikmek için yeniden alır bayrağı.

 

    İzmit Kuruçeşme de tekrar başlar öğretmenlik görevine. Her şeye rağmen, beş yıl boyunca sürdürür öğretmenliğini. Okula gelip gitmesinde yaşanan zorluklar sonunda noktalarken öğretmenlik hayatını, içinde yaşanan ayrılık hüznünün ateşini söndürmek adına alır önemli ve zor kararını; “Anne olacaktır”.

 

“Çocuk bakışlarında yürüyorum, karanlık yollarda,

Gözlerim benim ayaklarım.

Duyuyorum çocuk sesleri geliyor kulağıma,

Kalbimle yakıyorum şehrin tüm ışıklarını,

Anne özlemiyle tutunuyorum hayata,

Kalkıyorum düştüğüm balkonun altından,

Öğrencilerim gelmiş, onlar hiç terk etmedi beni!

Umut koymuşum hepsinin adını

Çocuk sesleriyle yüzdürüyorum gemileri

Dala tutulan serçe misali tutunuyorum hayata

Hissiz bedenime dokunuyor çocuk tekmesi,

“Hamileyim!”

Güneş misali bekliyorum doğumu, karanlığın ardında.

Felçli bedenime inat

Herkes den fazla hissediyorum yaşadığımı,

Bir çocuk sesi mi ne sessizliği bozan?

Herkesten fazla seviyorum hayatı,

Taze sabahları emziriyorum,

Göğsümde açıyor hayatın tüm renkleri,

Ben bir anneyim artık,

Kalkıyorum düştüğüm balkonun altından,

Yerde yatan ise çaresizlik!

Çoktan girmiş toprağın altına, eşim kaldırmış cenazesini

Kızımla geliyorlar ellerinde karanfiller

Karanfiller içinde ise şiir tadında bir hayat gizli,

Ümit koyuyoruz kızımın adını ümit…

Çünkü asla kaybetmediğimiz umutlarımız,

Yakamoza vurulmuş gemilerle getirmiş seni…”

 

   Felçli olmasına rağmen iki kız annesi olur Sudiye Öğretmen. Bakıcıları eğitirken, gözleriyle de kızlarını büyütür. Eşine az rastlanır bir hikâyedir bu Sudiye Öğretmenin hayata tutunma sanatını anlatan destansı öyküsü.

 


   Veda vakti gelmiş, ellerini öperken hayata tutunma sırrını soruyorum Sudiye Öğretmene. Kızı Şeyma ile göz göze geliyorlar. Eşsiz, eşinin adını söylüyor. 31 yıllık evliliğimiz süresince, bir gün bile bana yeter demeyen her türlü desteği veren eşi Mahmut Kasapçopur…

 

Sonra ekliyor Sudiye Öğretmen asıl eşimin hikâyesini yazın…  Boşanmaların arttığı, nemli odalarda sıkça ihanetin yaşandığı, günümüzde koca yürekli bir adam. Anlatsak hikâyesini korkar kirli yüzler. Nazar değer güzel insana.

 

   Ve hala o insan yanındaysa ki yanında aşk ile tutuyor Eşinin ellerini. Sevgi kervanları geçiyor yamaçlarından umut fakirleri dolduruyor pınarlarından testilerini düş tacirleri utanıyor, onların gerçeklerinden.

 

Anlat diyor hayallerimizin nur yüzlü dedesi, Mahmut’ u anlat.“Bizim anlatmamız ne ki.Varsın tanımasın onu, kem gözler.O, hikâyemizin gizli öznesi ”Sana nazar değmiş ona değmesin…Hayata tutunma sanatının ipleri var ellerinde belli ki…

 

   Ahmet, Süleyman ve ben veda ederken Sudiye Öğretmene, aslında karamsarlıklarımıza veda ediyoruz. Çoktan almışız hayata dair dersimizi. Sudiye öğretmenin kızı Şeyma uğurluyor bizi.

 

Bir soruda ona soruyorum anne ve babasının mücadele sırrını? Tek kelimeyle özetliyor  “Onlar hayatı hep sevdi ve bize de sevdirdiler.”  Bize de diyorum içimden bize de…  

 

    Kapıdan çıkarken, hala metelik yok cebimizde, kredi kartına güvenip çıkmışız yola ama asla harcayamayacağımız yaşama sevinci var ceplerimizde…

 

    Kasapçopur ailesi zengin etmiş bizleri, hayatı doldurmuş ceplerimize. Laf aramızda en şanslısı da benim, yaza inat ceketle gitmişim, doldurmuşum ceplerimi.

 

Rüzgâr, artık ne tarafa savurursan savur, yaşama sevinci dolmuş yüreğime. Hayata tutunma sanatını öğrendim bugün.

 

Ersal ÖZKAN – Öğretme’ nin Yolculuğu

 

***

 

( Akrabamız Sudiye-Mahmut Kasapçopur çiftinin büyük kızı Ümit Kasapçopur Fidan Lösemi sebebiyle birkaç ay içinde, 19 ocak 2013 günü Cenab-ı Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

 



  Geriye gözü yaşlı bir eş ve henüz altı yaşında kızı Berra'yı bırakmıştır. Allah rahmet etsin. Bizleri cennette buluştursun inşallah...  )

 

***

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder