3 Ocak 2016 Pazar

3. BÖLÜM - 3/41






Kitabımızı, sevgili dostum güzel insan Aydın Kaynarca bey Görme engelli kardeşlerimiz ve okumayı sevmeyenler için, sesli kitap haline getirdi, kendisine çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

Dilerseniz otomatik çalan müziği durdurun, Videoyu çalıştırın, isterseniz hem okuyup hem dinleyebilirsiniz...

Aşağıdaki bölümün seslendirmesi:

https://www.youtube.com/watch?v=pRVKFyW4ER0



 


 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

3. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

3. BÖLÜM - 3/41.

3-a) Hikayemiz Çanakkale Savaşı ile başladı

3-b) Vatan Sevgisi İmandandır!

3-c) Şu an en büyük Silah!

3-d) Allah kaderimizi Çanakkale’de çizdi

3-e) İsa dedemin sırlı vefatı

3-f) Baban Gelirse, Beni Çağır Oğul..!

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 


 

Aslında bizim hikayemiz babamın dedesi İsa Çelik’in Çanakkale’den Gazi dönmesiyle başlıyor.

 

Demek ki, Allah kader planında bizleri var etmeyi murad etti ki, İsa dedem savaştan sağ döndü.

 

İsa dedem orada şehit olsaydı, bizler olmayacaktık. Şu an İsa dedemin iki yüzden fazla torunu (Torun-Torun çocuğu-Torun torunu) vardır.

 

Allah beni Türkiye’mizde dünyaya gönderdi

 

      Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

      En kesif orduların yükleniyor dördü beşi …….

 

diye başlıyor Mehmet Akif Ersoy “Çanakkale Şehitlerine” şiirine.    Çanakkale savaşı… Bir milletin var olma, yok olma savaşı… Hatta bir milletin değil, toptan bir dinin, islamın hayatta kalma mücadesi...

 

Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Harbini, Bedir savaşına benzetmiştir.

 

Biliyorsunuz Bedir savaşı islamın var olma, yok olma savaşıydı. Bedir harbinde sadece 313 kişilik yiğit müslüman ordusu karşısında binlerce kişilik kafir ordusu vardı.

 

Peygamberimizin içli yakarışlarıyla, Allah melekler ordusuyla yardım göndermiş, (Kuran ayetlerinde geçiyor) ve zafer nasip olmuştu.

 

Yüzyıllar sonra kafirler, yine binlerce kişilik ordular toplayarak islamı yeryüzünden silmek için saldırdılar. Akif’in deyimiyle kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...

 

Çanakkale’de de Bedir gibi zayıf, az ama kahraman Türk ordusu devrin son teknolojisiyle donatılmış donanmalarına karşı çarpışmıştır.

 

Onun için Çanakkale’de savaşanlar için Akif: “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” demiştir.

 

Osmanlı’nın başkentini ele geçirmek, Çarlık Rusya’ya yardım ulaştırmak, İslam aleminin halifesini ele geçirip, islam alemine karşı zafer ilan etmek için, vs. gibi hain amaçlarla, müttefik kuvvetler saldırıya geçtiler.

 

İlk hedefleri Çanakkale Boğazı’ndan geçip imparatorluğun başkentini, yani İstanbul’u ele geçirmekti. Ama olmadı, çünkü karşılarında etten kemikten bir duvar vardı.

 

Mehmet Akif'in dediği gibi ölmekten korkmuyorlardı, çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) kollarını açmış onları bekliyordu.

 

Peygamberimiz’in yüzyıllar önce verdiği müjde yani İstanbul’un fethi 1453’te gerçekleşmişti.

 

Eğer düşmanlar Çanakkale’den geçse idi, Rusya yıkılmayacak ve İstanbul’u ebediyyen kaybedecektik.

 


Çanakkale’de şehit olanlar boş yere ölmedi. Onlar, dinimizi, vatanımızı savunmak ve de Peygamberimiz’i SAV yalancı çıkarmamak için canlarını verdiler.

 

 


 

Vatan senden hayat umar,

Sen yaşarsan o canlanır.

Vatan için ölmek de var,

Fakat borcun yaşamaktır.

(Tevfik Fikret)

 

Terör yine dişini gösterdi. Daha önce vurguladığımız gibi analar yine ağlamaya, şehit cenazeleri yine gelmeye başladı; “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”

 

Şehitleri binlerle ifade edilen coğrafyanın insanlarıyız. Cennet Vatanımızın toprakları onların kanlarıyla sulanmıştır.

 

Şehitlerimiz bu vatanın manevi bekçileridir ve kutsal görevleri sonsuza değin sürüp gidecek.

 

■ Allahü teâlâdan, ihlâsla şehitlik isteyen, yatağında ölse de şehit olur. (Hadis: Müslim)

 

■ Şehit, ölüm acısı duymaz. (Hadis: Beyhekim)

 

■ Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Aksine onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz. (Bakara, 2/154)

 

■Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın Onlar diri olup en yüce kattadırlar.. Allahın kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanları, kendilerine bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri müjdelerler. (Ali İmran, 3/169-170)


Kutsal dinimizde en yüksek mertebelerden biri de “şehitliktir.

 

■ “Tarihimiz şehit olma onuruyla yaşayan ve yaşatan insanlarla doludur. En çarpıcı örnekleri “Çanakkale ve Bedir Şehitleri”dir.

 

İstiklâl Marşı şairimiz bu felsefeyi en güzel biçimde tarihe mal etmiştir: Çanakkale şehitleri için “Bedr’in Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyerek milletimizin şehitlik anlayışını bayraklaştırmıştır.

 

Ersal Özkan

 

 


 

Şimdi birçoğunuzu duyar gibiyim. "İyi de bir kaç yıl sonra 1918’de düşmanlar Çanakkale’yi geçip İstanbul’a girdiler." 

 

Cevabım şu: İstanbul’a mütareke yani anlaşma ile girdiler. Yoksa bugün İstanbul’da hiç tarihi cami bulamazdık, hepsini yıkarlardı.

 

Çanakkale’de büyük moral bulan Türk milleti ve askeri, Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında İstiklal Savaşı’na başlamıştı, Müttefik güçlerin Rusyası da yıkılmıştı.

 

Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarının komutasındaki kahraman Mehmetçikler ALLAH’IN İZNİ VE İNAYETİYLE vatanımızı bir bir, il il, belde belde düşman işgalinden kurtardı.

 

Anadolu tamamen işgalden kurtarılınca büyük kayba ugrayan müttefik güçler, Türklerin bu imanından gelen güce karşı tutunamayacaklarını anladılar, kurtuluş savaşı sonundaki Lozan antlaşmasıyla İstanbul’u terketmek zorunda kaldılar.

 

Sonuçta düşman bu iman kalesini topla ve tüfekle yıkamayacağını anladı ve çekildi gitti...

 

FAKAT, Çanakkale’den döndükten sonra İngiliz Lordlar kamarasında bir toplantı yapmışlar. O dönemin bir ingiliz gazetesinin yazdığına göre ingiliz komutan demiş ki: 

 

(Elindeki Kuran'ı havaya kaldırarak) “Beyler! Biz bu Kuran'ı yok etmeliyiz. Buna gücümüz yetmezse onları bu kitaptan soğutup ahlakını bozmalıyız... Türkleri ancak ondan sonra yenebiliriz."

 

Acaba söylenenler olmuş mu? Artık bu çağda maddi kılıç kınına girmiştir. Şimdi en büyük ve tehlikeli silah: TELEVİZYON 

 


Eğer Çanakkale Zaferi olmasaydı, kafirler 1915’te islamın son kalesi, halifeliğin merkezi İstanbul’u ele geçirirlerdi. Ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmaz, islama zafer ilan ederlerdi.

 

 


 

Anadolumuzun her köyünden binlerce genç sevdiklerini geride bırakarak cepheye koşuyordu. 22-23 yaşındaki İsa Çelik (babamın adını aldığı dedesi) genç eşini ve kızını bırakarak cepheye koşan binlerce gençten birisidir.

 

İsa dedemin, bir taarruzda atılan bombadan sıçrayan bir şarapnel parçası ile bir gözü akar. Ayrıca dudağına yandan gelen bir mermi ile dilinin ucu kopar.

 

Bütün arkadaşları şehit olmuştur. Acılarla yapayalnız gurbette bir çadır hastanesinde yirmili yaşlardaki İsa dedem bir süre tedavi görür ve sonra takma göz takılarak gazi olarak trenle köyüne döner.

 

Anadolunun yokluk yılları… İsa dedem dünyanın geçici bir rüya olduğunu çok iyi anlamıştı. Çok cömertmiş, her şeyini köylülerle paylaşırmış. Hatta civar köylerden tohumluk almaya gelirlermiş.

 

İsa dedemin eşi, Çanakkale’den döndükten birkaç yıl sonra bir hastalıktan vefat etmiş. İsa dedem minik kızı (Emine hala) ile kalakalmış.

 

Aynı köyde Topal Meryem lakaplı kocası Çanakkale’de şehit olan (Halil dedem) iki çocuklu bir dul varmış.

 

İsa dedem uzun süre düşünmüş, hem o yetimlere sahip çıkmak adına, hem de kızının ana şefkatiyle büyümesi için, engelli Topal Meryem’e evlenme teklif etmiş.

 

İsa Dedem ve Topal Meryem evlenmişler. Topal Meryem’in şehit eşi Halil dedemden kalan yetim kızı Fatma, benim anneannemdir. (Aslında anneannem, anneme lohusa iken 1952’de ölür, annem de onun gibi öksüz büyür.)




Babamın babaannesi, Annemin annennesi Meryemana Çelik

Daha sonra İsa dedemin Topal Meryemden bir oğlu olur. Adı Faik Çelik’dir ve benim babamın babasıdır. Yani Topal nine, hem annemin anneannesi, hem de babamın babannesidir.

 

Yani demem o ki, Allah bizim kaderimizi Çanakkale’de yazmış. İsa dedem Çanakkale’den sağ dönmeseydi ve Topal Meryem’le evlenmeseydi, Faik dedem ve dolayısıyla bizde olmazdık.

 
Babamın dedesi İsa Çelik ve oğlu Faik Çelik (dedem)

 


 

Babamın ismini aldığı İsa dedem Çanakkale Savaşı gazisiymiş. Çanakkale Savaşında bir gözünü ve dilinin yarısını kaybetmiş.

 

Atılan bombadan sıçrayan şarapnel parçası ile bir gözü akmış. O gözü takmaymış ve yandan gelen bir kurşun dilinin ucunu götürmüş; biraz peltek konuşurmuş.

 

Babama kuzum yerine kujum dermiş.

 

Babamın dedesi İsa dedem, babam çocukken 1961’de vefat etmiş. Babamın anlattığına göre İsa dedem hasta yatağındaymış. Köydekiler yine hasta ziyaretine gelmişler.

 

Ve ev kalabalıkmış. İsa dedem bir ara yatağından doğrulmuş. “Hele uşaklar şu odayı bir boşaltın hele; içeri giremiyorlar” demiş.

 

Herkes odadan çıktıktan sonra da son nefesini vermiş.

 

Bazen empati yapıyorum. İnsanlar gördükleri bir ölünün etkisinden bile zor çıkıyorlar.

 

İsa dedem, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şiiri’nde tasvir ettiği o dehşetli tablodaki, o derin   travmayı nasıl atlattı. Düşündükçe gözyaşlarımı tutamıyorum.

 

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.

 

Mehmet Akif Ersoy

 

Bir dizi filmde görmüştüm. Bir asker son nefesini verirken şehit arkadaşları kollarına girip onu karşılıyordu.

 

Belki de İsa dedemi de karşıladılar. İnşallah ben de ölünce onları görebilirim.

 

Annemin dedesi şehit, babamın dedesi gazi...

Allah, bizleri atalarımıza layık torunlar eylesin.

 

 


 

Bir derginin internet sitesinde rastladığım bu yaşanmış gerçek hikaye, bana İsa dedemin sırlı vefatını hatırlattı. Çok duygulandım.  

 

Hep beraber ağlayalım diye paylaşmak istiyorum. Ağlamak güzeldir. Kalbi yumuşatır… :

 


Baban Gelirse, Beni Çağır Oğul..!

 

Değil miydi ki şehitler ölmezlerdi, Rab katında diriydiler..!

 

Kızılca kıyametin koptuğu günlerdi.

 

Adına “Çanakkale” denen destanı yazacak koç yiğitler, dilde Allahü Ekber, niyetlerde zafer ile düşmüşlerdi cephe yollarına. Vatan ki, emanetti anadan babadan; vatan ki korunmalıydı hain düşmandan.

 

Düşmana ‘illallah’ dedirtecek er oğlu erlerden biriydi Ali. Anasının en büyük arzusu oğlunun hâfızlığını görebilmekti. Ali, gayretlerinin semeresini almış, hâfız olmuştu; anasının yüreciği sevinçle dolmuştu.

 

Ağzı dualı Ali’nin anası; ‘Bir de oğlumun mürüvvetini görsem!’ diye geçirdi içinden. Âh bir görebilsem! 

 

Köyün, güzel olduğu kadar terbiyeli, hanım hanımcık kızı Adeviye’yi Ali’ye istediler. Adı gibi iyilikseverdi Adeviye. Çok geçmeden düşman ateşinin gölgesinde sâde bir düğünle evlendiler.

 

Adeviye, Ali’yi kendi elleriyle hazırladı cepheye. ‘Git Ali’m!’ dedi Adeviye.

 

Vatan için, doğacak evlâdımız için git, dedi. Gitmek lâzımdı. Neylersin ki evde oturma zamanı değildi. Vazife kurşun kadar ağırdı. 

 

Vatan söz konusu olunca geçilirdi serden. Ali, acısını içinin en girift yerine gömüp “Yine geleceğim.”dedi. Silâhıyla, silâh yoksa süngüsüyle, o da yoksa bedeniyle siper olacaktı ya düşman ateşine.

 

Düşmanı savacak ve dönecekti evine. Ali gitmişti bir kış soğuğunda. Cepheden şehitlerin haberi tez ulaşıyordu köye. ‘Ali’mden bir haber var mı?’ diyordu Adeviye kalbi yerinden fırlarcasına.

 

Bir haber yoktu Ali’den. Sağ mıydı, yaralı mıydı, adı sanı bilinmez bir yerde şehitlerin arasına mı karışmıştı, bilen yoktu. 

 

Adeviye günlerce, mevsimlerce bekledi, bekledi. Giden gelmiyordu, acep nedendi?

 

Günler yokluk, kıtlık ve sıkıntıyla geçiyordu. Asker Ali’den iyi veya kötü, bir haber gelmiyordu. Adeviye’nin tesellisi minik yavrusu Cevdet’i olmuştu. 

 

Çalan her kapı, duyulan her ayak sesi, Adeviye’nin yüreğini hoplatıyordu. Ya gelen Ali ise!

 

Rüyalarında her dâim Ali’yi görüyor, asker kıyafetiyle karşısında mütebessim çehreyle duran Ali’nin yaralarını pansuman ediyordu. 

 

Rüyalara sık sık gelen Ali, kendi evine gelmiyordu bir türlü. Babasının bir fotoğrafını görmeden büyüyen Cevdet, yürümeye başlamıştı.

 

Cevdet, Çanakkale’yi anlatan ninnilerle büyümüş; masal yerine, destanlar dinlemişti anasından. Ülke düşmandan temizleneli yıllar olmuştu. Ali’nin âkıbetinden haber yoktu.

 

Kolunu, bacağını, bedeninden bir parçasını Çanakkale’de bırakan erler de dönmüştü köylerine. Köylü;  ‘Kocan şehit olmuştur, bekleme artık Ali’yi.’ diyemedi.

 

Yaslı anacığına acısını unutturmaya çalışan Cevdet büyümüş, iş güç sahibi olmuştu. Adeviye ne vakit bir yere gidecek olsa, ‘Baban gelirse, çağır beni oğul!’ derdi.

 

Komşulara gitse, mevlide, akrabalara gitse, hep aynı sözü söylüyordu oğluna: ‘Baban gelirse, çağır beni oğul!’

 

Günler yerinde durmadı. Zaman çark misali döndü. Alınlarda çizgiler derinleşti, saçlara beyazlıklar aktı. Adeviye, Ali’nin geleceği ümidiyle yaşadı durdu.

 

Her sözünün sonunda Cevdet’e, ‘Baban gelirse…’ diyordu. Adeviye, güçten takatten kesilmişti. 

 

Geri dönülmez hastalığın pençesine düşmüştü. İyice ağırlaşmıştı artık. Son demlerinde oğlu Cevdet’i yanına çağırdı, yavaşça: ‘Oğlum!’ dedi.

 

“Bana iyi baktınız. Hakkınızı helâl edin. Baban bir gün gelirse ona; ‘Annem seni hep bekledi.’ de.” 

 

Cevdet’in ve oradakilerin gözlerinden sicim sicim yaşlar boşalırken Adeviye beklenmedik bir şekilde irkilerek doğruldu, …

 

… Kapıya doğru gülümseyerek “Hoş geldin Bey, hoş geldin!”  diyerek ruhunu teslim etti.

 

 

Değil miydi ki şehitler ölmezlerdi, Rab katında diriydiler..!

 

- Bu hikayedeki hadise ve şahıslar tamamen gerçektir. -

 
SONRAKİ BÖLÜM    ---              ---   ÖNCEKİ BÖLÜM
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder