3 Ocak 2016 Pazar

16. BÖLÜM - 16/41



 


Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

16. Bölüm, Gelişme kısmına aittir ve Gelişme kısmı 17 bölümden oluşmaktadır. (14-30)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

16. BÖLÜM - 16/41.

16-a) İyileştiğimi sandım..

16-b) “Trabzonlular genelde pozitif insanlardır.”.

16-c) Trabzonluların hakkında ağladığım yazı:

16-d) Sonunda somyadan kurtuldum..

16-e) Depresyondayım..

16-f) Ben delirdim mi?.

16-g) Halime neden şükrettim?.

16-h) Sevildiğini sen bil

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 


 

İşe başlamıştım. İlacı üç ay düzenli kullandıktan sonra, artık düzeldim diye bıraktım.

 

Moralimde düzelmişti. Zaten benim hastalık morale bağlıymış. Küçük üzüntüler bile hastalığımı ilerletiyordu.

 

Yaşadığım bunalımlar ve ağır ilaçlar hastalığımı ilerletmişti. Babam büyük uğraşlar sonunda SSK’dan bir tekerlekli sandalye aldı. Zor da olsa çaresiz kabullenmiştim.

 

Oturduğumuz evimiz beşinci kattaydı. Merdiven korkuluğundan tutarak yavaş yavaş iner çıkardım. Yine kiracıydık. Hastalığım ilerleyince tekerlekli sandalye kullanmaya başladım.

 

Artık bir elim merdiven korkuluğunda öbür elim babamın omuzunda beşinci kata güçlükle çıkabiliyordum. Babam ev aramaya başladı. Ama paramız yoktu.

 

Sekiz yıl önce ev yaptırmak için bir kooperatife üye olmuştu. Bitmesine çok az kalmıştı. Ama Ankara’nın öbür ucundaydı. İşyerime elli km idi.

 

Babam o evi sattı. Ve oturduğumuz mahalleden giriş kat bir daire aldı. Hamdolsun ilk defa 1998 yazında kendi evimize taşındık. Hala bu evdeyiz.

 

 


 

Efkan hocamgille burada komşu olduk. Bir yazıda şöyle anlatmıştım:

 

Hastalığım ilerleyince beşinci kata çıkamaz oldum. Babam birikimiyle, işe yakın diye aynı mahallede giriş kat bir daire alabildi. Yıllarca kirada oturduktan sonra hamdolsun 1998 de kendi evimize taşındık. Ev alma, komşu al diye bir atasözümüz var, bilirsiniz.

 

Allah, -kaderde- bizi öyle güzel insanlarla komşu yaptıki, sonsuz şükürler olsun. Efkan Vural hocamgil –kızı Nihal’in deyimiyle- en iyi komşularımızdandır. Efkan hocam Trabzon Of’ludur.

 

Benim önceden hiç Karadenizli arkadaşım yoktu. Efkan hocamı tanıdıkça Trabzonlulara sempatim arttı.

 

2003 yılında Allah bana hidayet verdi. Radyoda dinlediğim bir sohbette rahmetli bir alim, Efendimizin SAV bir hadisinden bahsetti. Allah kime iman verirse ona salih dostlarda nasip eder, demişti.

 

İşte ALLAH’ın bana nasip ettiği salih dostların birincisi Efkan Vural hocamdır. Kendisi  Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeni olup, Sincan’da bir lisede müdür başyardımcısıdır. 

 

Bir Allah Dostu der ki; Eğer olmazsa muhabbet maşuktan aşığa, Aşığın uğraşması kavuşturamaz maşuğa asla!

 

Evet, Biz onu sevdiğimizi düşünüyoruz, halbuki O istemese o muhabbet yaşanmaz. Aslında Aşık da O, Maşuk da O... O'ndan gelen her şey güzel. Cefası da hoş, sefası da...

 

Efkan hocam haftada mutlaka en az birgün bize gelir, sohbet ederiz. Hocam güler yüzü ve hoş sohbetiyle bana moral verir. Her konuda fikir danıştığım gerçek bir dosttur.

 


Beni yazmaya ve sayfa açmaya ısrarla teşvik eden Efkan hocam’dır. Hidayetimden sonra 2006’da namaza başlamayı çok arzu ettim. Babam abdest aldırmakta zorlanıyor, bense namazın verdiği huzuru tatmıştım. Efkan hocam teyemmüm ile ve sandalyede nasıl namaz kılacağımı öğretti.

 

Ramazanlarda eşi Hatice hanım evinde hazırladığı yemekleri ben çıkamadığım için bize indirir. Beraber iftar yaparız. Yaz akşamları balkonda çay sefası yaparız.

 

Beraber çok pikniğe gittik. Günümüzde güzel bir dostluk ve komşuluk örneği Efkan hocamgildir. Allah onlardan ebediyen razı olsun.

 

Efkan hocamın üç çocuğu var. Bazen hocamı üzseler bile hiç kızmaz. Çünkü Efkan hocam beş yaşında babasını kaybettiği için onlara hiç kıyamaz.

 

Karşısındaki dairedeki komşusunu bile tanımayanların yaşadığı Ankara gibi bir büyükşehirde, Çamlık sitesinde küçük bir kasaba gibi komşuluklarımız… Her zaman ziyaretler ve hal hatır sormalar, bayanların altın günleri…

 

2012’de kıl dönmesi ameliyatımdan dolayı sandalyeye oturamadığım için beni ambulansla hastaneye götürmek için dört-beş komşu babama yardıma koştu.

 

Sedyeyi elleşerek beni evden ambulansa taşıdılar, hastaneye gelerek orada da yardım ettiler ve aynı şekilde eve getirdiler. Ben o gün tüm namazlarımda onlara dua ettim.

 

2003’te sokağımızda doğalgaz çukuru açıp kapattılar. Sokağımız yağmur yağınca çamur içindeydi. Efkan hocam, babam ve komşular elbirliğiyle sokağı baştan aşağı, tozunu toprağını süpürdüler ve hortumla yıkadılar.

 

Efkan hocam apartman girişine bir engelli rampası ve balkondan sokağa uzanan demir köprü yaptırması için babamı ısrarla teşvik etti ve komşularla birlikte yapımına yardım etti. Allah cümlesinden razı olsun.

 

2012’de kıl dönmesi ameliyatı için, babamla üç gün hastanede yattık. Üçüncü gün beni gören hemşire asık suratla ‘sen hâlâ buradamısın!’, dedi. Üzüldüm.

 

Öğleden sonra gelen hemşire güleryüzlü idi. Sabahki hemşire böyle dedi, deyince; genellikle senin ameliyatını olanlar birgün kalıyor, ondan öyle demiştir, dedi.

 

Hmm siz nerelisiniz diye sordum. Trabzonluyum, dedi. Efkan hocamdan ve iyiliklerinden bahsedince dedi ki: “Trabzonlular genelde pozitif insanlardır.”

 

Ben emekli olunca memleketimiz Konya Ereğli’den ev aldık. Yazları üç-dört ay Ereğli’deyiz. Efkan hocam ailecek 2013 yazında bizi Ereğli’de ziyaret ettiler, çok mutlu olduk.

 

Beraber piknik yaptık. Ereğli’deki Ulu Cami’de Cuma namazına gittik. Efkan hocam bana –samimiyetle söylüyorum- pek çok yakın akrabamdan daha yakındır.

 

Efkan hocam 2013 sömestr tatilinde de umreye gitti. Bana Mekke’den telefon açtı, sözle vekalet aldı. Benim yerime de umre yaptı. Allah razı olsun.



 
Trabzon - Of

Trabzonlular hakkında internetten şöyle bir yazı okumuş ve ağlamıştım.

 

 


 

***

 

"Ben Ardahan'ın bir dağ köyünde doğdum, çocukluğum orada geçti." diye başlıyor Nevin öğretmen, fukaralık yüzünden ailelerin, kızlarını ortaokul veya lisede okutamadığını anlatıyor.

 

"Fakir olmamıza rağmen babam okumamı çok istedi; diğer şehirlerdeki akrabalarımı yokladıysa da kimse yanaşmadı beni yanlarına alıp okutmaya. Yakın bir ildeki parasız yatılı imtihanlarını kazanmama o yüzden benden çok sevindi babam. İzinlerde geldiğim köyümüzden okullar açılırken ayrılırdım.

 

Böylece 6 sene her tatilde Ardahan'a gelir, köyde anneme yardım ederdim. Okullar açıldığında ise babamla birlikte sabaha karşı 3'te kalkıp yürüyerek

köyden 1,5 km uzaktaki ana yola inerdik. Hele yarıyıl dönüşlerinde

kar o kadar çok yağmış olurdu ki, babam beni sırtına almak zorunda kalırdı. O yıllarda babamın bineceğim arabayı seçmek için bazen saatler harcaması bana o günlerde çok anlamsız geliyordu, ta ki gerçeği öğrenene kadar...

 

Bizim oralarda komşu ile dolmuş olmadığı için babam beni genellikle yük kamyonlarına bindirirdi ama ben köydeki insanların benimle ilgili dedikodularını duyar, geceleri gizli gizli ağlardım. Babam beni, yani öz kızını satıyormuş! Köylüler öyle diyordu.

 

Çocuk aklımla babamın beni, hikâyelerde okuduğu köleler gibi satacağını düşünürdüm. Babam yoldan geçen her kamyonu durdurur, şöförleriyle kısa bir konuşma yaptıktan sonra bineceğim kamyonla ilgili bir karar verirdi. Uzaktan bunu görenler, demek ki babamın şöförlerle pazarlık yaptığını düşünüyordu.

 

Bindiğim kamyonların şoförleri -babamın kimbilir ne zahmetle kazanıp bir kısmını avcuma sıkıştırdığı- paramı harcatmazlar, yedikleri lokantada kendi yediklerinden fazlasını ısmarlar, yan koltukta uyuduğumda paltolarını üstüme örter, bazen de çaktırmadan cebime harçlık koyarlardı.

 

Ben babamın ne yaptığını, neden o şehre giden her arabaya beni bindirmediğini çok sonradan öğrendim; öğrendikten sonra da köylülerin bizi suçladığı şeyle ilgili üzüntüm daha da arttı.

 

Yıllar böyle geçti. Okudum, öğretmen oldum. Evlendim, üç çocuk yetiştirdim. Beni yoksulluğa ve iftiraya rağmen okutan babam artık yaşamıyor, Allah mekânını cennet etsin sevgili babamın...

 

O kadar erkenden kalkıp saatlerce kış kıyamette araba beklerken babam şoförlere nereli olduklarını soruyordu; 'Trabzonluyum' cevabını alana kadar beni hiçbir kamyoncuya teslim etmiyordu.

 

'Niçin?' diye sordum, 'Kızım' dedi, 'Trabzonlular güvenilir ve ahlâklı insanlardır. Seni onlara teslim ettiğimde gözüm arkada kalmıyor!'

 
(Harun Çelik – Kuzeyli Yazılar kitabından)
 

***

 

EFKAN HOCAMDAN BİLİYORUM Kİ YAZIDA ANLATILAN DOĞRUDUR. TRABZONLULAR GERÇEKTEN İYİ İNSANLAR...

 


Allah bizi dünyada da, ahirette de ayırmasın EFKAN Hocam. Firdevs cennetinde sevdiklerimizle birlikte Efendimize SAV komşu eylesin.

Seni çok seviyorum Efkan Vural hocam . . .

 

***

 

 


 

O zamanlar işyerinde gündüzleri tekerlekli sandalyedeydim. Akşamları tekerlekli sandalye işyerinde kalıyordu. Akşamları babamın ve iş çıkışında denk gelen bir arkadaşımın kolunda arabaya kadar giderdik.

 

Evde o zamanlar tekerlekli sandalyeye ihtiyacım yoktu. Akşamları hep yatağımda oturuyor, ve duvarlardan destekle tuvalete gidebiliyordum.

 

Zamanla hastalığın ilerlemesiyle ve biraz kilo almamdan dolayı iki kişi bile yürütmekte zorlanırdı. Belki bazı arkadaşlarım yüzlerce kez koluma girerek yardımcı oldu. Allah onlardan razı olsun.

 

Kız kardeşimi de anmam lazım. Yaşı dolar dolmaz babam ona ehliyet almıştı. Babam onu çok iyi yetiştirmişti. Okul dışında yazın beni işe o götürür getirirdi. Güçlü bir kızdır.

 

Yine herhangi bir arkadaşımla beraber kapıdan beni kolunda arabaya götürürdü. Allah onu eşiyle iki cihanda mesut etsin. Seni çok seviyorum abicim.

 

Ankara’da babamın amcasının kızı oturuyor. Kendisi emekli öğretmendir. Ben ona Fatma hala derim. Fatma halam o sıralar sık sık gelirdi. Moral veren, ümit veren sohbetler yapardık.

 

Eşi Ethem Sertoğlu eniştem de, bana isteğim üzerine Kur’an meali getirmişti. Ama o sıralar bunalımdan kurtulup okuyamamıştım.

 

İlerde anlatacağım hidayete ermem sonraları o kitabı okuyarak başladı.

 


O sıralar evde somya denen bir tür kanepede yatardım. Fatma halam babama demiş ki:  

 

“Bu çocuk çalışıyor, kazanıyor. Yazık çocuğa. Şu sünger yatak olur mu? Hemen ilk iş beraber gidelim bir ortopedik yatak alalım. Taksitle öder.”

 

Babam Fatma halama “Evet haklısın, düşünemedik. Hemen gidelim.” demiş. Hala o alınan yatakta yatıyorum. Allah Fatma halamdan ve eşinden razı olsun.

 


 


 

İlacı bıraktıktan sonra günbegün artarak tekrar bunalıma girdim. Bu defa daha şiddetliydi. Televizyonda spor haberlerini izlerken bir kaleciyi, hem bu takımda, hem karşı takımda görüyordum.

 

Her şeye kafamda bir kurgu senaryo uydurmuştum. Kendim kurguyu kurardım. Sonrada kurguma uyan en küçük ipuçları ! ile kendimce tasdiklerdim.

 

1998 yılının aralık ayıydı. Babam bir dostunun vesilesiyle bu sefer Gazi üniversitesinden randevu almış. Tekrar doktora gitmemi Fatma halam ikna etmişti.





Fatma Sertoğlu ve ben 2005

Yaşlı bayan doktor beni dinledi. Sonra ben odadan çıktım. Doktor hanım babama demiş ki: “Çok ağır depresyon geçiriyor. Acilen hastaneye yatması lazım. Şu an bizim bölüm tadilatta.

 

Sizi SSK hastanesine göndereyim. Ordaki klinik şefine mektup yazayım” demiş ve mektubu babama vermiş.

 

Bunları babam bana kitabı yazmama yardım etmek için ayrıntılı anlattı. Ben çoğu olayı hatırlamıyorum. Ama babamın hafızası çok güçlüdür hamdolsun. 

 

Gazi Üniversitesinden çıktık. Eve dönerken arabada babam hastaneye yatmamız gerekiyor, dedi. Tamam olur, nereye dedim. SSK Dışkapı Hastanesi dediği anda film koptu. Beni götüremezsiniz diye bağırmaya başlamışım.

 

Eve gelince yatağıma oturdum. Bir akşamda bir paket sigara içtim. Yüksek sesle arabesk şarkılar dinledim. O bakışlara tekrar maruz kalmamak için işe gitmek istemiyordum.

 

İçki içip sarhoş olup herşeyi unutmak istiyordum. Ama babamgil almıyordu. Bende ardarda o yabancı sigaralardan içiyordum. Şarapla yıkandığı için kısmen uyuşturuyordu.

 

O gece beni komşuların da yardımıyla zorla arabaya bindirip SSK hastanesine götürdüler. Orada beni müşayede odasına aldılar.

 

 


 

Karşılıklı iki yatak vardı. Uyumuşuz. Gece üç veya dört civarı depresyonda bir adam getirmişler. Babamı yataktan kaldırıp adamı yatırmışlar. Bağırma seslerine uyandım.

 

Babam yanımda sandalyede oturuyordu. Babamın kalktığı yatağa kollarından kalın iplerle adamı bağlamışlar. Sürekli bağırıyordu.

 

“Ben deli değilim, kalk baba gidelim. Bizim burda ne işimiz var. Evimize gidelim.” diye bağırmışım.

 

Seslere nöbetçi doktor geldi. “Yeter sus be bağlayın şunu” dedi.

 

Aynen karşı yataktaki iriyarı adam gibi beni de yatağa bağladılar. İçimden hep “Neden Allah’ım?” deyip ağlıyordum. Sanki pense ile etlerimi sıkıyorlardı.

 


O anda bırakın bizi diye gerilmişim. Çat çat diye iki kolumu da bağladıkları kalın kumaştan ipler koptu. Bir an ben de afalladım. Çünkü güç vermemiştim. Sadece o anki ruh halimle ağlıyordum.

 

Ve karşı yataktaki benle aynı iplerle bağlı iriyarı adam bağırmayı kesti. Belki de ipleri kopartınca benden korkmuştur. :) Hastabakıcılar geldi, onlarda şaşırdılar.

 

Kendi aralarında konuşuyorlardı. “Bu ip kamyonu çeker.” demişlerdi. Daha sonra kollarımı ikişer iple bağladılar. Bir de sakinleştirici iğne yaptılar.

 

Nöbetçi doktor gece babama demiş ki: “Böyle devam ederse oğlunu Erenköy’e gönderirim.” Babam sabah klinik şefine Gazi’deki doktorun yazdığı mektubu vermiş.

 

“ Efendim gece doktor bey Erenköy’den bahsetti. Orası neresi bilmiyorum ama benim oğlum tekerlekli sandalyede.” demiş.  Doktor “Merak etmeyin burada tedavi olacak inşallah.” deyip yatış işlemlerini yaptırmış.

 

Babamla beraber 1999 yılının ocak ayında SSK Dışkapı Hastanesinde yirmi gün yattık. Annem ve kızkardeşim evde akşamları kimbilir neler hissettiler.

 

Kız kardeşim Ankara’da üniversitede okuyordu. Bunalımlı dönemlerimde, yani evde huzurun olmadığı geçtiğimiz yaz üniversiteyi kazanmıştı. Hem de liseye gider gibi üniversitede okuyordu.

 

O sıralarda uzman çavuş olan erkek kardeşim de Şırnak’ta görevliydi. Anacığım doğudaki çatışmalarda şehit olan askerlerin haberlerini her duyduğunda ağlarmış.

 

Babam ve ben de hastanedeydim. Zor günlerdi.

 

 


 

SSK Dışkapı Hastanesinde kalırken babam bugünkü kadar olmasa da epey zorlanmıştı. Çünkü ramazandaydık, oruçtu. Şimdi beni vinçle kaldırıp klozete oturtuyor.

 

O zamanlar çok şükür ayağımı basabiliyordum. Sandalyeden klozete geçiyor ve ayakta birkaç saniye durabiliyordum.

 

Böylece babam eşofmanı indiriyor, klozete oturuyordum. Ve yattığım yerde zorlansa da kıyafetlerimi giydiriyordu. Ben herşeyimle yardıma muhtacım.  

 

Orada da çok ağır ilaçlar verdiler. İlaçlar hastalığımı ilerletmişti. Birgün kan tahlili için başka bir kliniğe gönderdiler. Babam tekerlekli sandalyemi iterek götürdü.

 

Orada onlarca engelli insan vardı.

 

Birisinin bacağı kesik, birisi elinde bastonu görme engelli, birisi ağzından salyalar akan ve sürekli gülen bir zihinsel engelli, birisi benim gibi tekerlekli sandalyede ama çok sinirli...

 


Çok şaşırmıştım ve o an halime çok şükrettim. Dikkatimi elinde üç veya dört yaşında spastik ve aynı zamanda zihinsel engelli çocuğunu taşıyan genç bayan çekti.

 

Yüzünden gergin ve mutsuz olduğu belli oluyordu. Yaşlı, sakallı bir amca bunu hissetmiş olacak ki o bayana dedi ki: “Maşallah kızım, kucağında bir melek taşıyorsun.” 

 


Gerçekten de o çocuk günahsız ve asla da günah işlemeyecek bir melekti. O an kadının gülümsemesini görmeliydiniz...

 

 


 

Hastaneye walkmen teybimi götürmüştüm, sürekli kulaklıkla dinliyordum. Gönül’ün postayla Konya’ya gönderdiği Zerrin Özer’in kasedini dinlerken hep gözyaşına boğuluyordum.

 


Herşeye bir kurgu uydurduğum için beni ruh ve sinir hastalıkları bölümüne yatırmışlardı.

 

Hani kendini Napolyon veya Kral ilan eden adamları filmlerden bilirsiniz, ben de onlara benziyordum.

 

O zamanlar Zerrin Özer’in şu şarkısının sözlerini şöyle yorumluyordum:

 

Ben ne olduğumu birtürlü keşfedememiştim, ama çok önemli biri olmalıyım, diyordum.

 

Onun için herkes beni takip ediyor, Gönül’ün beni bırakması ve acı çekerek hastalığımın ortaya çıkması gerekiyordu.

 

Herkesin beni takip ederek çok sinirlendirmesi lazımdı. Sinirler boşaldıktan sonra bir iğneyle beni iyileştirecekler, diye düşünüyordum.

 

Ama olmuyordu, dayanamıyordum. Ben sevgi doluydum ve hiçbir şeye kızamıyordum.

 

Hastalığım çok ilerliyordu. Tuvalete önceden duvardan tutarak giderken şimdi gitmekte çok zorlanıyordum.

 

Zaten böyle iyileşme duymamıştım, sadece bırakın beni diye haykırmak istiyordum. Ama yine bağlarlar diye korktuğum için kendimi tutuyordum.

 

Nasılsa böyle bir inanca saplanmıştım. Bütün dünya beni biliyor, hatta Zerrin Özer’in şarkısı bana mesaj verdirmek için yaptırılmıştı ki, Gönül paketle Konya’ya göndermişti, diyordum.

 

Şarkıdaki sözleri düşünüp ağlıyordum. İstanbul’a gittiğimde görmüştüm. Gönül, kitap ve defterlerinin kenarlarını onun için kalple ve güzel sözlerle doldurmuştu, demiştim.

 

Gönül aslında beni hala seviyor, onu benden ayırdılar, mektubunda belirttiği kafam rahat şekilde okumak istiyorum diye onun için yazmıştı, diyordum.

 

Gönül’üm, ben de hala seni seviyorum diyerek ağlıyordum. Ama doktorlara başka şeyler anlatmıştım, bunları doktorlar dahil kimseye anlatmadım.

 

Tek isteğim, kimsenin tanımadığı sadece normal biri olmaktı. Sıradan biri…

 

 

Zerrin Özer - Sevildiğini Bil

 

Hiç mi hiç bilemedin

Hiç mi hiç anlamadın beni

Yıllar yılı sevdim

Sana belki de taptım

Tutkuyla söylememi istediğin her şeyi

Sayfa sayfa çizdim

Sayfa sayfa yazdım

 

Yıllardır seni düşlerimde yaşarım

Sanırım hiç geçmedi aradan bunca zaman

Zor değildi anlaman, ne olurdu inansan

Sen

Sevildiğini sen bil

Sevildiğini sen bil

Sevdiğimsin

Benim her şeyimsin

 

Kimseler bilmiyorken

Sırlarımla dopdoluyken

Seni bana sakladığım albümlerden çıkartıp

Yüzünde eskimeyen o sıcacık gülüşle

Gözlerime sevgiyle bakışına rastlarım

Yıllardır seni düşlerimde yaşarım

Sanırım hiç geçmedi aradan bunca zaman

Zor değildi anlaman

Ne olurdu inansan

 

Sen

Sevildiğini sen bil

Sevdiğimsin

Benim her şeyimsin

Sevildiğini sen bil …

 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder