3 Ocak 2016 Pazar

11. BÖLÜM - 11/41



 


Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

11. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

11. BÖLÜM - 11/41.

11-a) Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen.

11-b) Sigaraya neden başlamadım?.

11-c) Beni sevdiğini anladım..

11-d) Serdar’a danıştım..

11-e) Gönül’e mektupla hislerimi yazdım..

11-f) Sinemaya gittik.

11-g) Çürük elmadan uzak durun.

11-h) Gençlik Parkına gittik.

11-i) Birbirimize söz verdik.

11-j) Son kez Gönül’ü seyrettim..

11-k) Onun yüzünden dayak yedim..

11-l) Dedemin vefatı

11-m) Dedemin son arzusu.

11-n) Benim torunum olur musun?.

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 

 


 

Evde somyaya uzandım, radyoyu açtım. Özel bir radyoda ilk kez Neşet Ertaş’ın sesinden bir türkü dinliyordum.

 

Daha önce sadece kaynak kişi olarak, Neşet Ertaş’tan alınan bir Kırşehir türküsü şeklinde TRT sanatçıları türkülerini söylüyorlardı.

 

İçten, samimi, yanık sesine hayran kalmıştım. Türkünün güzel sözlerine ancak bu kadar güzel müzik yapılırdı. Türkü de Gönül kelimesi de geçiyordu.

 

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen…

 

Gönül deyince türküyü hissederek severek dinledim. Kitabın sonlarına doğru hem bu türkünün hikayesini, hem de rahmetli Neşet Ertaş’la ilgili bir tespitimi aktaracağım.

 

İçimdeki duygular tarifsizdi. Kanatlanıp uçacak gibiydim. Aşık hayatı toz pembe görür derler ya. Ben de öyle görüyordum. Hep ondan bahsetmek istiyordum.

 

Onu nasıl memnun edebilir, gülümsetebilirim diye düşüncelere dalıyordum. Aynaya bakınca kendimi beğeniyordum, sandığım gibi değersiz değilmişim, seviliyorum sanırım, diyordum.

 

Her yalnız kaldığımda onunla ilgili hayaller kuruyordum. Aslında hayallerim çok basitti. Kızla birlikte spor arabayla gezme hayali falan değildi.

 

Gönül inşallah yürümemdeki küçük dengesizliği farketmemiştir, diyordum, çünkü acaba bu, beni sevmesine engel olur mu, diye korkuyordum.

 

O zamanlar öyle sanıyordum. Basit hayalim sadece normal biri olmaktı. Ve hayallerimi artık şöyle kuruyordum:

 

Beraber bir düğündeyiz. Slow müzik eşliğinde dansediyoruz. Ben muhteşem dengemle ona güven vermişim.

 

Omuzuma yaslanıyor ve ikimiz de gözümüzü kapatmış, müziğin ahengiyle dansediyoruz, kulağıma, seni seviyorum, diye fısıldıyor. 

 

 


 

Ben elektronik bölümünde okuyordum ve elektronik çok hoşuma gidiyordu. Babamın maaşıyla ancak geçiniyorduk fakat staj maaşıma karışmıyorlardı.

 

Ankara Ulus’ta öğle tatillerinde staj yerime yakın olan elektronikçiler pasajına gidip inceliyordum. Hazır hobi devreleri satılıyordu.

 

Bir poşette kablo, entegre, direnç gibi elektronik devre elemanları, bir de hazır baskı devre kartı vardı.

 

Bize düşen sadece elektronik devre elemanlarını kartın üzerine doğru monte edip lehimlemekti.

 

Yani bir bakıma yapboz gibidir. Ben maaşımı alınca bu hobi devrelerinden alır, haftasonları onların montajlarıyla uğraşmaktan zevk alırdım.

 

Yürüyen ışıklar, ambulans sireni. Fm Radyo vericisi, radyo, dijital saat, vs, …

 



Fatma teyzenin dediği gibi mesleğimi sevmiştim. O yıllarda bazı yakın arkadaşlarım gibi sigaraya bunun için başlamadım. Yani benim meşgalem vardı.

 

Haftasonları bu devrelerden zevkle yapardım. Odamın kapısı açıldığında polis alarmı çalıyordu. Radyoyu açtığımda ise müziğin ritmine göre renkli ampüller yanıp sönüyordu.

 

Annemin tabiriyle diskotek gibiydi odam… 

 

O haftasonu radyoyu açtım ve balkona geçtim. Odamın açık penceresi balkona yakındı. Müzik dinleyerek tefekküre başladım.

 

Fatma teyze’de Gönül’ün babasının tayin olacağını öğrenmiştim.

 

Acaba bu yaz giderler mi diyerek, kendi kendime, oğlum Celȃl acele et, kıza hislerini anlat, okulun kapanmasına az kaldı, belki onu birdaha hiç göremezsin, diyordum.

 

İyi de nasıl konuşacaktım, heyecandan konuşamıyordum ki… Sınıf arkadaşım Serdar’ın fikrini alayım, o bilir bu işleri, dedim. 

 

 


 

Pazartesi sabah istasyonda Gönül’le selamlaştık. Fatma teyzenin selamı var, sana çok dua ediyormuş, dedi.

 

Aleykümselam Gönül nasıl teyzemiz iyi mi? dedim. İyi teşekkürler Celȃl, dedi.

 

Gönül, birşeyi merak ettim, Annen, Fatma teyze için fakir demişti, kocasından emekli maaşı kalmamış mı, gerçekten merak ettim, dedim.

 

Evet Celȃl haklısın, bunu ben de merak etmiş, anneme sormuştum.

 

Fatma teyze, eşinin hastalığında onu daha fazla yaşatmak için, yurtdışından pahalı kanser ilaçları getirtmiş ve ilaçların parasını evini satarak sağlamış.

 

Çünkü üç ay yaşar denen eşini, iki yıl daha yaşatmış. Anneme, iki sene daha onu görmem herşeye değdi, demiş…

 

Fatma teyze hala emekli maaşı alıyor ama maaşı çok düşükmüş, zaten yarısı da kiraya gidiyormuş, dedi.

 

Evet Anladım Gönül, aslında birşey daha merak ediyorum, O gün annenden duymuştum, baban ne zaman tayin olacak, dedim.

 

Evet doğrudur, bu yaz tayin olacak ama henüz neresi olduğu daha açıklanmadı.

 

Aslında ben hiç gitmek istemiyorum biliyor musun, okulumu, arkadaşlarımı ve Ankara’yı çok seviyorum, çok alıştım, dedi.

 

Sevdiği arkadaşları sanırım kızlardı, çünkü kız meslek lisesine gidiyordu.

 

Acaba beni  seviyor muydu, bir işaret almak için, Gönül ben seni hiç unutmayacağım, sen yıllar sonra beni hatırlar mısın, dedim.

 

Celȃl benim hiç erkek arkadaşım olmadı ama birgün evlensem Fatma teyzenin dediği gibi yapardım, sen çok iyi birisin, dedi ve yüzü kızardı.

 


Hemen istasyona yanaşan trene biniverdi. Ben beni sevdiğine şüphem kalmamıştı.

 

 


 

Kalbim sevinçten pır pır ederken trene geç bindim. O oturmuştu. Birkaç metre ilerisine kapıya yakın ayakta durdum. Arada bakıştık yine.

 

Tren Serdar’ın bineceği istasyonda durunca, kapıdan seslendim, yanıma geldi.

 

Ben ara ara Gönül’e bakarak Serdar’a durumu anlattım. Dostum, bana fikir ver, okul kapanıyor, Ankara’dan gidecekler, ona nasıl açılayım, senin kız arkadaşın var, bilirsin Gama, dedim.

 

Dostum dur düşünüyüm, dedi. Biraz uzaklara dalıp camdan dışarıyı seyretti, sonra bana döndü. Celȃl bu kız senden hoşlanıyor dimi, dedi.

 

Evet dostum baksana bakışmalarımızdan belli olmuyor mu, dedim.

 

Evet tamam bak şunu düşündüm. Sen ona bir mektup yaz, ona karşı duygularını açıkca yaz, nasılsa gidecekler, kaybedecek neyin var, ve mektubun sonuna şunu ekle;

 

19 Mayıs törenlerinden sonra sinemaya gidelim mi, arkadaşım Serdar ve kız arkadaşı Ayşe ile beraber, çok güzel bir film gelmiş, de, dedi.

 

 


 

Akşam evde gece 12’ye kadar uğraşarak bir mektup yazdım. Serdar duygularını açıkca yaz, kızlar romantik mektuplardan hoşlanır, güven bana, demişti.

 

Belki de bu yaz Gönül’ü son görüşüm olabilirdi. Dedem üç şey geri gelmez derdi. Atılan ok, ağızdan çıkan söz, kaçan fırsat.

 

Gönül’e yazdığım mektubu sabah istasyonda verdim. Ertesi gün mektubuma cevap yazmıştı. O mektupların ikisinden de hatırladığım birkaç cümleyi yazmak istiyorum.

 

Hatırladığım dedim, çünkü mektuplar durmuyor, ondan gelen mektupların hepsini Konya’da, üniversitedeyken yakmıştım. Sırası gelince anlatacağım.

 

Önce benim ona yazdığım mektubun birkaç satırı şöyleydi:

 

Merhaba Sevgili Gönül,

 

Seni görmeden önce evden okula, okuldan eve, yalnız dünyamda yaşayan biriydim. Aşk şarkılarının sözlerinin bu kadar güzel olduğunun farkında değildim. Sen beni hayata bağladın.

 

Yaşamım seninle anlam kazandı. Seni görünce kalbim güvercin kalbi gibi pır pır heyecanlanıyor. Ama yüzünü, gözlerini görmezsem de yaşayamam.

 

Seni ilk gördüğüm an büyülenmiş gibi bakakaldım. Böylesine muhteşem güzellikteki kız beni beğenmez ki diyordum ama gözlerimi de senden ayıramıyordum. Gözlerin gözlerime değdiği an, içimdeki duygularımı tarif etmem imkansız. O an rüyada olmalıyım, diyorum.

 

Altmış milyonluk koskoca Türkiye’de karşılaştık. Bu tesadüf olamaz. Allah seni benim için yaratmış. Bana göre insan sadece birkez aşık olur ve onunla evlenmeli.

 

Ben seni ilk gördüğüm  andan beri deli gibi seviyorum. Ne olursa olsun seni asla bırakmayacağım. Seni çok seviyorum. …… Celȃl Çelik

 


Gönül’e söz verdiğim gibi istasyonda verdiği mektubunu akşam odamda okudum.

 

Sevgili Celȃl,

 

Ben de seni görmeden önce sıradan okul hayatı olan biriydim. Neden böyle diyorsun, bence sen çok yakışıklı birisin. Ama ondan da önemlisi ben seni tanıdıkça kalbinin güzelliğine aşık oldum.

 

Şu an onyedi’me girmek üzereyim ve sen başıma gelen en güzel şeysin. Bakalım  ikimizi kimbilir neler neler bekliyor. Ben de seni çok seviyorum. ….  Gönül Yılmaz

 

Gönül’ün mektubunda iki şey dikkatimi çekti. Bundan sonra ona yazdığım mektuplarda bende öyle yaptım.

 

Birincisi mektubu süslemişti. Kağıdın kenarlarına çiçek ve kalp resimleri çizmişti ve süslü yazıyla çeşitli sözler yazmıştı. Seni çok seviyorum Celȃl, gibi…

 

İkincisi mektubun üzerine parfüm sıkmıştı. Enfes koku odamı kaplamıştı.

 

 


 

Tabii sinema teklifime de olur, yazmıştı. 19 Mayıs’ta Sincan istasyonunda buluştuk. Trende birkaç durak sonra Serdar ve Ayşe’yle de buluştuk. Dördümüz sohbet ederek Kızılay’a geldik.

 

Sinema biletlerini ben aldım. Staj maaşımı yeni almıştım çünkü.

 

Filme girdik, dördümüz yanyana oturduk. Filmin ismi Ghost yani Hayalet idi. Hatırlayanlarınız çoğunluktadır. Hatta bazen bazı kanallar hala o filmi yayınlıyor.

 

Komedi ve romantizm dolu bir başyapıttır. Filmi izlerken duygulanıyordum fakat ağlayamıyordum. Gönül ise ağlıyor, bana göstermeden mendille gözyaşını siliyordu.

 

Duygusal biri olduğunu hissediyordum ki, o an daha iyi anladım. Elimizi farketmeden koltuğun kenarlığına koyunca birbirine değdi ve heyecandan kalbim duracaktı, hemen çektik ellerimizi.

 

O an içim, Çocukluğumun bayram sabahları gibi sevinçten kıpır kıpırdı. Film hiç bitmesin istiyordum.

 

Ben filmi bırakmış onu izliyordum. Filmin sonundaki romantik sahnelerde Gönül burnunu çekiyor, ağlıyordu ve Celȃl başımı omuzuna yaslayabilir miyim, dedi.

 

Evet bana güveniyordu, o da beni seviyordu. Çok güzel duyguydu güvenilmek. Çünkü okumuştum, kızlar beğendiği erkeğe güvendiğinde aşık oluyorlarmış.

 

Gönül birkaç dakika yaslandıktan sonra düzeldi. O anlar, hayatım boyunca unutamadığım anlardandı. 

 

Çok güzel film, Gönül, dedim. Evet Celȃl teşekkür ederim, hayatımda izlediğim en güzel filmdi, dedi.

 

Şimdi şunu belirtmek istiyorum. Biz o zamanlar elele bile tutuşmadık, utanırdık. Geçenlerde ortaokula giden yeğenim İrem’le sohbet ettik. Öğretmeniyle gittikleri sinemayı sordum.

 

Amca film güzeldi, ama mola verildiğinde ışıklar yandı ve bazı liseli kız ve oğlanlar öpüşüyordu, öğretmenimiz bakmayın, dedi.

 

İrem evet bakma amcacım, onlar dizilerdeki gençlere özeniyorlar. Sen farklı ol, özenme onlara.

 

Evet, ah şu dizi filmler… Köylü kızlar bile filmlerdeki yakışıklı erkekler gibi eş arıyor. Gençler dizilerdeki aşkları yaşamak istiyor ve sansürsüz öpüşme sahneleri de kötü örnek oluyor. 

 


Evet nedense rol model alınacak iyi gençleri çıkarmıyorlar. Yukarıda bahsetmiştik, şu an en büyük ve tehlikeli silah, Televizyon… Ve bir neslin ahlakını böyle çalıyorlar. 

 

Ahlakı bozulan insan çok günah işler, ibadet etmez ve mahşerde büyük sıkıntı yaşar.

 

Aşağıdaki, Gençler günahtan nasıl kurtulur isimli yazımızı dikkatli okuyunuz.

 

 


 

İrem’in öğretmeninin, bakmayın onlara, sözü ile Yusuf hocanın tavsiyesini hatırladım: 

 

Mütevazi bir yönetici Ereğli müftüsü sevgili Yusuf Eseroğlu hocam ile Ulu Cami avlusunda sohbet etmiştik. Hocam geçtiğimiz yıl siz bana müftülükte çay ikram etmiştiniz. 

 

Hocam, biz yakında Ankara’ya döneceğiz, yaz bitmeden lütfedip evimizi şereflendirseniz, demiştim. İşte evimize gelmiş, bal gibi tatlı sohbet etmiştik. İrem’e de etkili nasihatleri olmuştu.

 


İrem kızım, bak bu söyleyeceklerimi dikkatli dinle, hiç unutma, dedi.

 

Kızım, bir sandık taze elmanın içine, bir tane çürük elma at, kısa zamanda bütün elmalar çürür. Kızım arkadaşına çok dikkat et, her insanla ahbablık kurma hemen…

 

Senin en yakın dostun annen ve babandır. Sakın onlara kızma. Bir kız akşam evinde oturur, arkadaş doğum günü partisi falan, bunlar tehlikeli yerlerdir, zaman değişti artık.   

 

Aman kızım, anne babanın sözünden çıkma tamam mı, diye ekledi.

 

Sonra, kızım elma dalında güzeldir. Dalından koparılmış ısırılmış elmayı yer misin? dedi. Yemem hocam dedi İrem.

 

Kimse yemez. İşte kızım, seni dalından koparılıp ısırılmasına izin verme, iffetini muhafaza et, dedi. Sen maşallah okul birincisiymişsin, anlıyorsun değil mi kızım, diye sözlerini sonlandırdı.

 

 


 

Filmden çıktık. Kızılay’da yürürken bir dönercinin önünden geçerken, Gönül acıktık, dördümüze de, sana da döner alacağım, tamam mı, dedim.

 

Celȃl ben vejeteryanım, et yiyemem, dedi. Hmm ne alsam ki sana, dedim. Celȃl hepimiz öğrenciyiz, simit yiyelim mi, dedi.

 

Gönül çok iyi fikir, ben aslında çayla yanık simite bayılırım, dedim. Serdar ve Ayşe, bizi konuşsunlar diye yalnız bırakmak için, bir bahaneyle ayrıldılar.

 

Çay için kafetaryaya mı gideceğiz, aslında kafetarya çayı da pahalı olur, dedi. Gönül sen ne düşünceli kızsın, dedim. Gülümsedi.

 

Gülmek sana çok yakışıyor, Gülünce gözlerinin içi gülüyor, dedim. Teşekkürler deyip yine gülümsedi.

 

Gönül, hava çok güzel, Gençlik Parkına gidelim mi, orda çay bahçesinde çay içeriz, dedim. Çok iyi olur evet, hadi gidelim, dedi.

 

Kızılay’dan yaklaşık iki km yürüyerek Gençlik Parkına geldik. 

 

Simitle çay içerken sohbet ettik. Aslında ona bakmaktan hoşlanıyordum ama gözlerim onun gözlerine değdiği an elektrik çarpıyordu sanki. Bakışımın yönünü yine çeviriyordum mecburen.

 


Aslında karşı cinse aşk, ilahi aşk diye ikilik yokmuş, özünde aşk tekmiş. Aşk nasip işidir, kimin gönlüne aşk tohumu düşerse o sarmaşık gibi bütün duyguları sarar, der Hz. Mevlana…

 

Zaten Aşk da, sarmaşık kelimesinden türetilmiş. Demek ki nasipliymişim, onu ilk gördüğüm an aşkın tohumu gönlüme düşmüştü.

 

O tohum nasıl gelişip Allah aşkına dönüşecek kitabı okumaya devam edelim.

 

 


 

Gönül, artık devir değişti diyorlar ama ben şuna inanıyorum. İnsan sadece bir kez aşık olur ve onunla da evlenir. Seni asla bırakmayacağım, seni çok seviyorum, dedim.

 

Celȃl ben de seni çok seviyorum, dedi. Gönül, sen gidince nasıl görüşeceğiz, dedim. Mektuplaşacağız Celȃl, ikimiz de okulumuzu bitirip işimiz olana kadar mektuplaşacağız.

 

Senin staj yaptığın yere mektup yazınca adresimizi veririm. Hem zaten Celȃl biz Ankara’lıyız, Sincan’da akrabalarımız çok, arada geliriz, dedi.

 

Gönül, sen gittiğin yerde başka birini seversin diye, veya seni severler diye korkuyorum, çok güzelsin çünkü, dedim.

 

Celȃl, ben seni çok seviyorum. Fatma teyzenin dediği gibi senin gibi iyi kalpli insanı kaçıramam. Sana söz veriyorum, senden başkasıyla evlenmeyeceğim, dedi.  

 

Gönül, bugünü hiç unutmayacağım, sen yanımdasın ya, keşke zaman dursa, dedim. Gülümsedi. İkimizde aynı ortamda bulunmaktan memnunduk, yüzümüz gülüyordu.

 

Gönül evlenince kaç çocuğumuz olsun istersin, dedim. Allah sağlıklısını versin, bir kız bir de oğlan yeter. Kızına isim düşündün mü, dedim. Aslında Aygül ismi hep hoşuma gitmiştir, dedi.

 

Çaybahçesinde Zeki Müren’in kaseti çalıyordu. Müzikleri dinlerken beraber havuzda yüzen ördekleri izledik. Gönül, müzik dinlemeyi sever misin, kimi dinlersin, dedim.

 

Evet Celȃl çok severim, genelde pop dinlerim, Sezen Aksu, Kayahan, Zerrin Özer, peki ya sen, dedi. Gönül ben kulağa hoş gelen her tür müziği dinlerim, onları da severek dinlerim tabi, dedim.

 

Evet o zamanlar pop şarkılarında bile sanat müziği gibi nağmeler vardı, severek dinlerdik. Şimdiki pop şarkıları gürültü gibi başımı ağrıtıyor.

 

Ama insanın özünde güzel nağmelere bir meyil vardır. Şu an meşhur bir şarkı var; İrem Derici  - Kalbimin tek sahibine. Güzel nağmeler, etkileyici sözlerle birleşince çok sevildi. 

 

 


 

Birkaç gün sonra sabah istasyonda, Gönül üzücü haberi verdi; Celȃl, babamın tayin yeri belli oldu, Temmuzda İstanbul’a taşınacağız, dedi.

 

Yeşil gözleri dolmuştu. Daha fazla konuşmadı, trende de ineceği istasyona kadar camdan dışarıyı seyretti. Serdar bana, oğlum bu kız seni gerçekten seviyor.

 

Baksana ayrılacağız diye ağlamamak için sana bakmıyor, kendini zor tutuyor, dedi.

 

Haftalar su gibi geçti. Okulun son günü, Cuma sabahı istasyonda, Gönül, herhalde bugün erken çıkarsın, istersen saat ver, okulunuza geleyim, bu son gün beraber gezelim, dedim.

 

Celȃl, bunu o kadar çok isterdim ki, ama malesef öğlen annemle buluşup Kızılay’da alışveriş yapacağız, dedi. Hmm anladım, o zaman Gönül, birşey yapmama izin verir misin, dedim.

 

Neyi, dedi. Bugün ben sizi uzaktan takip edeyim, seni son kez seyredeyim, biz de yarın Ereğli’ye gideceğiz, dedim. Sen bilirsin deyip gülümsedi.

 

Gönül’ün annesi beni bildiği için ona görünmemeye çalışıyordum. Gönül onyedisine girecekti ama otuz yaşın üstünde adamlar bile dönüp dönüp ona bakıyordu.

 

Evet çok güzeldi ama o hakikatı öğrenmişti. İç güzelliği daha önemliydi.

 

Bilemiyorum, belki de dengesiz yürümemin farkındaydı ama mektubunda dediği gibi iyi kalpli oluşum, beni sevmesine nedendi.

 

YKM gibi büyük marketlerde uzaktan hayran hayran onu seyrediyordum.

 

Farkettiğinde gülümsüyor ve gözüyle annesini işaret ediyordu. Tatlı anlardı.

 

 


 

Bu onu Ankara’da son görüşümdü. Sonra ben bir yıl daha onsuz Ankara’da okuyup liseyi bitirdim. O bir sene bana çok uzun geldi. Mektuplaştık…

 

Onsuz geçen bir sene içinde onun yüzünden güzel bir dayak yemiştim. Onun o şiveli, aksanlı, insana huzur veren sesini duymak istedim. Mektubunda verdiği evinin telefonunu aradım.

 

Telefona o çıktı, ailesi misafirliğe gitmiş. Onlar gelene kadar yaklaşık dört saat telefonla konuştuk. Arada kasetten şarkı dinlettim. O bana kitaptan şiir okudu.

 

Annem odamın kapısına gelip adeta yalvarıyordu. Baban çok kızacak kapat artık telefonu, çok yazdı diyordu. Ben aşkın sarhoşluğuyla anneme, elimle git git diyordum.

 

Babam o sırada Kırklareli’nde çalışıyordu. Ben bir hafta sonra yine aradım. Aynen evde ailesi olmadığı için yine saatlerce konuştuk. Telefonla görüşmenin dakikası bile çok pahalıydı.

 

Cep telefonları yoktu o zamanlar, ancak 2000’lerin başında hayatımıza girmişti.

 

Ay sonunda öyle yüklü bir telefon faturası geldi ki babam deliye döndü. Bana, hiç mi düşünmedin oğlum, maaşımdan çok gelmiş diyerek beni öyle dövdü kü…

 

Sopayla sırtıma, bacaklarıma vurdu. Belki onlarca tokat indirdi. Yüzüm boyayla boyanmış gibi kıpkırmızı kızarmıştı. Dudağım da kanıyordu.

 


Babam tüm gücüyle tokat indirdikçe, öbür yanağımı çeviriyordum, buna da vur diyordum. Dayak yerken hiç ağlamadım. Ama bir an var ki, hıçkıra hıçkıra ağladım.

 

Babam gece yanıma uzandı. Oğlum, babanı affet, çok sinirlendim, hadi oğlum, yanağın çok acıyor mu, dedi.

 

Hadi bana dön de, bir öpeyim diye defalarca ısrar edince döndüm, sarıldım ve hıçkıra hıçkıra ağladım.

 

Dayak olayını ona hiç anlatmadım ama ev telefonumuz geçiçi olarak kapandı, dedim. Mektubun birinde çok özlediğimi belirttim, numara verdim.

 

Birkaç defa benim staj yerime kulubeden telefon etti, sesini duydum.

 

 


 

Lisenin bitmesine az kalmıştı. Nisan 1991’de ramazandaydık. Dedem, Ereğli’de Ramazan’ın arefesi olan perşembe gece yarısı kalp kriziyle vefat etmiş. (17 Nisan 1991)

 

Ben cenazeye katılamadım. Kardeşlerim, annem ve ben Ankara’dan Ereğli’ye gidemedik. Çünkü, O günlerde annem safra kesesi ameliyatı olmuştu...

 

Sabaha karşı, acı acı çalan telefon sonrasında babacığım, tekbaşına Ereğli’ye gitmişti. Dedem kendisini bütün Ereğli’ye sevdirmiş.

 

Hayatta kimsenin kalbini kırmayan dedemin, kalbinde asla kin, nefret, haset yoktu. Aksine çok merhametliydi ve herkesi çok seviyordu.

 

Hiç unutmuyorum, seksenlerde bir bayram sabahı, kürt mahallesindeki bir eve göndermişti. Çok perişan evin tahta kapısını açan fakir kadın, elimdeki et poşetini görünce dedeme çok içten dualar etmişti.

 

Zira evde henüz et kokusu yoktu, 4-5 küçük çocuk sevgiyle bana bakıyordu. Bir ramazan arefesinde de, yine bu sokaktaki başka bir eve üç-dört çift çocuk ayakkabısı getirdiğimi hatırlıyorum.

 

Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur, mekanı cennet, cennetteki makamı yüksek olsun.

 

 


 

Bunları anlatırken aklıma geldi.

 

Dedem o ramazan 1991’de bir milletvekili ile görüşüp bir dostunun oğlunu işe aldırmak için, Ereğli’den bize Ankara’ya gelmişti.

 

Ben o zamanlar PTT Başmüdürlüğünde meslek lisesi stajımı yapıyordum. Dedem ordan geçerken bana uğradı.

 

“Çok yoruldum. Bir çay getir içelim yavrum” dedi. Mide rahatsızlığı yüzünden oruç tutamıyordu.

 

Benim kalbim küt küt atmaya başladı. Çünkü çayı dökerek getirecektim.

 


Ramazan dolayısıyla çay ocağı kapalıymış. Dedeme bunu söylediğimde “Peki yavrum” deyip ordan ayrılmıştı.

 

Çay ocağının kapalı olmasına şimdi çok üzülüyorum. Yarım bardak olsun çay verebilseydim keşke.

 

Babam evde akşam ısrar etti bir kaç gün kal baba diye. Sabah gitmeye karar verdi ve dedi ki:

 

“Gideyim yavrum o kız (sonraki hanımından olan Meryem) camda beni bekler. Hem bayramda söz verdim ayakkabı alacağım diye.”

 

Küçük Meryem'ine ayakkabı alamadan aniden kalp krizinden vefat etmiş.

 

Hatırlarsanız kitabın başlarında 1983 doğumlu Meryem halamın bize geldiğini anlatmıştım, balkondaki çay sohbetimizden bahsetmiştim.

 

İşte o geldiğinde 2008 yılında, babam onu çekingen olduğu için zorla bir alışveriş merkezine götürdü. Tepeden tırnağa giysi ve en önemlisi ayakkabı aldı.

 

Dedemin son isteği yıllar sonra gerçekleşti hamdolsun.

 

Meryem abicim seni çok seviyorum. Dedemin emanetisin bana.

 

Geç kaldım belki ama abicim bu kitabı okuyunca anlarsın yaşadıklarımı.

 

Allah senin kaderini güzel yazsın.

 

 


 

Şimdi, bu bayram anısını her hatırladığımda aşağıdaki olayı hatırlarım, gözlerim dolar:

 

Henüz on yaşındaki Abdullah, babası savaşta şehit düşünce yetim kalmıştı. Baba acısını yüreğinde taşıyan küçük Abdullah gülmüyor, oynamıyor; oynayan çocuklara bakıp ağlıyordu!

 

Bir bayram sabahı Hz. Muhammed SAV onu gördü; acıdı ve yanına yaklaşıp sordu;

“Evladım sen niçin oynamıyorsun ?”

 

Abdullah, başı yerde yanıt verdi;

“Benim babam yok ki”

“Kardeşlerin var mı?”

“Kardeşlerim de yok!”

 

Bu yanıtlar karşısında Hz. Peygamber de SAV ağladı, sevgi ile başını okşayarak sordu;

“Sen Hasan ve Hüseyin’e kardeş olmak ister misin?” 

 

Abdullah’ın gözleri parladı! Başını kaldırıp baktı, şaşırdı. Sevinçle yanıtladı;

“İsterim ya Resulallah!”

 

Tekrar sordular:

“Benim torunum olur musun?”

“Evet, hem de çok isterim.”

 

“Öyleyse sen benim torunumsun, haydi tut elimden bize gidelim!” 

Birlikte eve geldiler. Abdullah mutluydu, yetimliğini unutmuştu.

 

Hane-i saadette yemeğini yedi, güzel bir elbise giydi ve oyun yerine koşarak geldi.

Sevinçten yerinde duramıyor “Peygamberimizin torunuyum!” diyerek neşeyle hopluyordu.

 


Diğerleri baktı ve gıpta ettiler;

 

“Keşke biz de yetim olsaydık da senin kavuştuğun onura kavuşsaydık!

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder