3 Ocak 2016 Pazar

10. BÖLÜM - 10/41



 
 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

10. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

10. BÖLÜM - 10/41.

10-a) Ailem zeki olduğumu söyler

10-b) Gönül beni komşusunun televizyonunu tamire çağırdı

10-c) Fatma teyzeye indik.

10-d) Arızayı buldum..

10-e) Televizyon çalıştı

10-f) Gönül’ün annesi evlerine gitti

10-g) Kendimce ben sağlıklıyım mesajı veriyordum..

10-h) Aslan bey :)

10-i) Fatma teyzenin eşi

10-j) Fatma teyzenin Gaziantep’ten Sincan’a gelişi

10-k) Fatma teyzenin tavsiyeleri

10-l) Sevgi

10-m) İnancınız tam olsun.

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 
 


 

Akşam eve geldim. Yemekten sonra odama geçtim. Radyoyu açtım. Somyaya uzandım, tavana bakarak ve Romantik müzikleri dinleyerek hayallere daldım.

 

1990 yılındaydık ve özel radyolar yayına başlamıştı bu sene…

 

Şimdi belki merak etmişsinizdir, hep hayal mi kurardın, hiç ders çalışmıyor musun, diye…

 

Ailem zeki olduğumu söyler. Ben dersi iyi dinler, okulda öğrenirim. Aslında biraz derste arkadaşlarla muhabbet eder, dersi ciddiye almaz gibi görünürüm ama aslında durum şudur:

 

Ben öğretmenin anlattığı konuyu ve örnekleri çok iyi dinler, öğrenirim, fakat konuyu anladıktan sonra, örnek problem ve alıştırmalarda sınıftaki arkadaşlarla muhabbete dalarım.

 

Kolejdeyken de öyleydim. Eğer çok çalışsam derece yapabilirdim ama böyle olunca hep teşekkür belgesi aldım.

 

Meslek lisesinde bununla ilgili birşey hatırladım. Birgün, televizyon dersimize bir stajer öğretmen girmişti.

 

Arkadaşlarla konuşurken; Hey sen çok konuşan, kalk bakalım ayağa, anlat bakalım televizyonun çalışma prensibini, dedi.

 

Tabi dersi dinlemediğimi düşünüyordu. Ben konuyu güzelce detaylıca anlatırken, daha bitirmeden, Tamam otur yerine ukela, dedi.

 

Tabi bu zekiliğim mecburen meslek derslerinde anlaşılıyordu. Çünkü matematik, fizik, kimya gibi önemli derslerin haftalık ders saatleri, hem çok azdı, hem de hocalarımız iyi anlatamıyordu.

 

Adeta meslek lisesindeki öğrencilerin üniversiteyi kazanmasını istemiyorlardı. Yabancı dil hocalarımız da yetersizdi. Tabi ben kolejden geldiğim için ingilizcem çok iyiydi.

 

Çok defalar bazı konuları ingilizce öğretmenlerinden çok daha iyi biliyordum. Hatta hocamız, kopya çekmesinler diye ingilizce sınavlarında beni hep öğretmen masasına oturtuyordu.

 

Üniversitedeki hocalar da aynısını yapmışlardı…

 

 


 

İkinci dönemin sonu yaklaşıyordu, 1990 yılının Mayıs ayındaydık. Daha Gönül’e açılamamıştım.

 

Aslında onu çok seviyordum ama utancımdan ve korkumdan bu konuda konuşamıyordum. Gerçi öyle yalnız da kalamamıştık.

 

Bir bahar sabahı Sincan istasyonunda treni beklerken Gönül, Celȃl, anneme senden bahsettim, dedi. Birden kalbim çarpmaya başladı. Nasıl yani Gönül, dedim.

 

Bizim apartmanda yaşlı fakir bir teyzemiz var. Geçen hafta televizyonu bozulmuş.

 

Annem, baban nöbetlerin yorgunluğuyla bir türlü tamirciye götürmeye vakit bulamıyor, deyince aklıma sen geldin, dedi.

 

Ben ona, sitemizdeki pekçok komşumuzun televizyonunu tamir ettiğimden bahsetmiştim. Hatta bir sabah trende ona şunu anlatmıştım:

 

Sitemizde emekli bir amca var, duymuş benim elektronik cihazlar tamir ettiğimi. Anneme söylemiş. Bir haftasonu tamir çantamı aldım gittim.

 

Baktım eski bir siyah-beyaz televizyon, sorunu, sesi yok.

 

Şöyle bir gözattım. Ses devresinde bir direnç kömürleşmiş, yanmıştı. Ben çantamda olan bir direnci karta lehimledim, ses çıkmaya başladı, sorun düzeldi.

 

Amca bana, borcum ne evlat, dedi. Ne borcu amca komşuyuz, dedim. Hem o malzeme cikletten ucuz. İstemem desem de zorla cebime para soktu.

 

Oğlum şimdi ben taksi tutcaktım, belki de tamirciden iki, üç günde gelecekti. Bu parayı okul harçlığı yap, dedi.

 

Bunu anlatınca Gönül, gerçekten sen çok iyi ve dürüst birisin Celȃl, deyip gülümsemişti. 

 

Hala treni bekliyorduk. Gönül anlatmaya devam etti. Anne, Fatih’te Alpergilin sitesinde Celȃl diye biri var, Meslek lisesinde elektronik okuyor.

 

Onunla sabahları aynı trenle gidiyoruz, tesadüf tanıştık, bazen trende konuşuyoruz.

 

Sitelerinde çok kişinin televizyonunu tamir etmiş, istersen Fatma teyzenin televizyonuna bir baksın, çağırayım mı, çok iyi biri anne, dedim.

 


Annem, peki kızım söyle baksın, bozarsa da napalım baban yaptırır artık, Fatma abla yalnız sıkılıyor kızım televizyon da olmayınca, dedi.

 

Celȃl, bu akşam okuldan gelince bize gelebilir misin, evi biliyorsun. Bizim ev altı numara, Fatma teyze giriş katta, dedi.

 

Tabi Gönül gelirim, yalnız önce eve gidip tamir malzemelerini koyduğum çantayı almalıyım, dedim.

 

 


 

Evden çantamı alıp Gönül’lerin evine geldim, kapıyı çaldım. Gönül’ün annesi kapıyı açtı. Teyze ben Celȃl, televizyonu arızalı biri varmış sanırım, onun için gelmiştim, Gönül söylemişti, dedim.

 

Celȃl oğlum inşallah yaparsın, ama fakir olduğu için tamir parasını ondan isteme, biz vereceğiz, olur dimi?

 

Teyzeye cevap vermeden Gönül göründü. Celȃl geldin mi, Fatma teyze giriş katta, seni götüreyim, dedi.

 

Annesi dur bende geleyim, deyip terliklerini giydi. Üçümüz Fatma teyzeye indik. Beyaz tülbentinden taşan beyaz saçlarıyla sevimli bir teyzeydi.

 

Duvardaki resimlerle çok şeyler yaşadığı anlaşılıyordu.

 

Ben televizyonun kapağını açtım, incelemeye başladım. Fatma teyze bana, nerelisin Celȃl oğlum, dedi. Konya Ereğli’liyim teyze, dedim.

 

Tanıdık bir sima arar gibi yüzüme uzun uzun baktı.

 

Fatma teyze bişey mi oldu, dedim. Benim rahmetli beyim de Ereğli’liydi, dedi. Başınız sağolsun yeni mi öldü, dedim. Onyedi yıl oldu, 1973’te, dünyalar iyisiydi eşim, dedi.

 

Benim doğduğum sene ölmüş, Allah rahmet etsin, dedim. Kocam Mehmet’te Ereğli’li idi. Ereğli’li olduğunu duyunca ondan şaşırdım, dedi.

 

 


 

Fatma ablaya tayin olup gidene kadar biz sahip çıkacağız, yalnız değil, kocası yoksa biz varız, dedi Gönül’ün annesi. Televizyonun arızasını bulmaya çalışırken aklımdan şunlar geçiyordu.

 

Acaba Gönül’ün babası ne zaman tayin olacaktı, acaba bu aşk başlamadan bitecek miydi, acaba nereye gideceklerdi, orada başkasını mı severdi, ki daha beni sevdiğini de bilmiyordum.

 

Bir yandan Fatma teyzenin hikayesini de merak ediyordum.

 

Bu arada televizyonun arızasını bulmuştum. Büyük ihtimalle tüpü besleyen güç trafosu yanmıştı. Epey pahalıydı. Gönül’den asla isteyemezdim.

 

Babam okul harçlığı veremese de benim biraz param vardı, sanırım yeterdi.

 

Fatma teyze, trafo yanmış gibi, söktüm, yarın stajım çıkışı Ulus’tan alacağım, yarın akşama gelip takacağım tamam mı, dedim.

 

Gönül’ün annesi, kaça bu oğlum, dedi. Teyze bende para var, ben alacağım, sizden para istemem, hem rahmetli amca da hemşehrimmiş, dedim.

 

Gönül gülümsedi ve annesine, ben dememiş miydim, der gibi baktı.

 

Fatma teyze, yarın akşam çayımı içeceksin, size kurabiye yapacağım, dedi. Gülümsedim ve olur teyze, televizyon çalışsın hele, dedim.  

 

 


 

Babamın maddi durumu zayıftı ama benim yeterli param vardı. Staj maaşımı yeni almıştım çünkü.

 

Meslek liselerinde haftanın üç günü mesleğimizle ilgili bir işyerinde stajer olarak çalışmak zorundaydık.

 

Ben Ankara PTT Ulus Başmüdürlüğünde elektronik cihazlar tamir laboratuarındaydım ve devlet stajerlere o zamanlar asgari ücretin üçte biri maaş verirdi.  

 

Ertesi gün trafoyu aldım. Gönül, annesi ve ben, üçümüz Fatma teyzeye indik.

 

Takım çantamı burda bırakmıştım dün. Yeni getirdiğim trafoyu televizyona lehimledim.

 

Fişe taktığımızda televizyon çalışmıştı.

 


Fatma teyzenin yüzü gülüyordu ve Allah senden razı olsun evladım, çay demini alsın, hemen getiriyorum, dedi.

 

Fatma teyze ne zaman bişeyin bozulsa ve ihtiyacın olursa seve seve yardımcı olurum, dedim.

 

 


 

Bu arada evin telefonu çaldı. Arayan yukardan Gönül’ün babasıydı.

 

Misafir geleceğini haber veriyordu ve hazırlık yapması için Gönül’ün annesini çağırıyordu.

 

Gönül’ün annesi, peki siz beraber çay için, Fatma ablanın güzel sohbetini dinleyin. Sen de fazla gecikme Gönül, Celȃl’i de evinden beklerler, dedi.

 

Haklısın teyze, çayı içelim, en fazla 30-40 dk’ya kalkarız, dedim. Sana güveniyorum, iyi çocuksun Celȃl, deyip çıktı.

 

Fatma teyze çayı getirdi. Salondaki eski masaya oturduk.

 

Çayları ve kurabiyeleri getirdi. Çay içerken gülerek ve hüzünlenerek sohbet ettik.

 

Aslında karşımda oturan Gönül’e bakmayı çok seviyordum ama gözlerim onun gözlerine değdiği an elektrik çarpıyordu sanki.

 

Bakışımın yönünü çeviriyordum mecburen.

 

 

 


 

Çay içerken minik esprilerle onları güldürüyordum. Mesela şunu dedim:

 

Staj yaptığım bina sekiz katlıdır. Stajerlere asansör yasaktır.

 

Bazen öğle tatilinde en üst kattaki yemekhaneden inerken arkadaşlarla yarış yaparız.

 

Geçen yine yarış yaparken ben öyle kaptırmışım ki, merdiven bitti ve kendimi bodrum kattaki otoparkta bulmuştum. Hepberaber gülüştük.

 

Gönül’e ben normal sağlıklı biriyim mesajıydı bu, ya da ben öyle düşünmesini istiyordum.

 

O anıya güldük ama aslında olay şuydu;

 

Ben sekiz kat inerken dengemi kaybetmeyeyim diye korkuluktan tutmam gerekiyordu.

 

Arkadaşlarım ise merdivenin ortasından dikçe yürüyüp iniyorlardı.

 

Ben hadi yarış yapalım, diyordum. Korkuluktan destek alarak ve sadece önüme bakarak üçer dörder iniyordum.

 

 


 

Staj yerimden bahsedince şu komik anım hatırıma geldi. Orada onlara anlatmadım, çünkü bir yıl sonraydı:

 

Meslek lisesinde okurken Ankara – Ulus’ta PTT Başmüdürlüğünde staj yapıyordum.

 

Sanıyorum yıl 1990 dı. ( Henüz hastalığım belirginleşmemişti yani yürüyebiliyordum.)

 

Bir gün öğle tatilinden atölyeye döndüğümde oradaki teknisyen abiler ve ablalar “Sen öğlen dışardayken birisi aradı” dediler.

 

“Arayan kişi Aslan beydi ve bir numara bıraktı ve aramanı istedi.” dediler. Ben tabi saf çocuk, hemen o numarayı aradım. Ve şöyle bir konuşma geçti:

 

-  İyi günler, Aslan bey’le görüşebilir miyim?

-  Aslan bey yemeğini yedi, şu an uyuyor ve rahatsız edilmek istemiyor.

-  Oldu teşekkürler iyi günler, dedim kapattım.

 

Telefondaki konuşmayı sordular, anlatınca, atölyedeki tüm abiler, ablalar kahkahaya boğuldular.

 

Tabi ben anlamadım ve sordum neden güldünüz diye?

 

Meğerse o numara hayvanat bahçesinin numarasıymış. Bana şaka yapmışlar.

 


İşin ilginç yanı bu şakaya hayvanat bahçesi santral memuru da alışmış. :)

 

 


 

Evet sohbette hüzünlendik. Fatma teyze eşiyle ilgili anıları anlatırken gözleri yaşarıyordu. Fatma teyze, sen Gaziantep’lisin, Mehmet amcayla nasıl evlendiniz, dedim.

 

Oğlum, rahmetli kocam 1942’te Gaziantep’e işe başlamış. PTT’de memurdu eşim. İlk görüşte birbirimize aşık olduk. 1943’te evlendik. Otuz sene evli kaldık.

 

Emekliliğin tadını çıkaramadan kanserden öldü, dedi.

 

Ben ilk görüşte aşk tabirini duyunca teyzeye sormadan edemedim. Fatma teyze ilk görüşte aşk nasıl oluyor, biraz anlatır mısın? Bir de Sincan’a nasıl geldiniz, dedim.

 

Annem, babam okuma yazma bilmezdi. Askerdeki abime beraber mektup yazdık.

 

Ben mektubu göndermek için postaneye geldim. Mehmet’i gördüğüm an yüzündeki gülümseme ruhuma ferahlık verdi.

 


Beğendim onu ama utancımdan bakamadım. Mektuba pul almak için sıraya girdim. Sıra bana geldiğinde kaytan bıyıklarıyla gülümseyerek mektup yurtiçine mi, dedi. Evet, dedim.

 

Nişanlınız veya eşinize mi, dedi. Bakışlarından beni beğendiğini anlamıştım. Yok ben bekarım, Abim Konya’da asker, mektubu ona gönderiyorum, dedim.

 

Ben de Konya’lıyım, neresinde yapıyor, dedi. Ereğli deyince gülümsedi, şu işe bakın ben de Ereğli’liyim, dedi.

 

 


 

İşte böyle başladı aşkımız, çocuklar… Abim izine geldiğinde bize Ereğli’nin saf yürekli insanlarından çok bahsetmişti. İşte Mehmet’im de dünyalar iyisiydi.

 

Fatma teyze Ankara Sincan’a nasıl geldiniz, dedim. Eşim’in Sincan’da oturan bir asker arkadaşı vardı. Birbirlerini çok sever, sık sık mektuplaşırlardı.

 

Annem, babam ölünce Gaziantep’te kalmak istemedik. Zaten abim evlenip Adana’ya gitmişti. Akrabalarla da geçinemedik. Mehmet’imin anne ve babası biz evlenmeden ölmüştü.

 

Sincan’daki arkadaşı vesile oldu, buraya tayin olduk. On yıl da burda çalışıp emekli oldu. İki sene sonra da kanserden öldü.

 

Rahat gün görmedi kocam derken gözünden yaş damlıyordu Fatma teyzenin.

 

Bu arada çayım bitmişti. Hayallerimdeki gibi hızla mutfağa gidip hem onların, hem de kendi çayımı doldurmak istiyordum. Dökerek getireceğim için kalkmaya utanıyordum.

 

Neyseki bardağımın boşaldığını gören Gönül, çayını tazeliyorum diyerek mutfağa gidip getirdi.

 

 


 

Fatma teyze üzüldük gerçekten. Allah rahmet eylesin, konuyu değiştirelim mi?

 

Evladınız olmamış ama torununuz kabul edip, bize biraz hayatla ilgili tavsiyeler verseniz olur mu, Sen çok şeyler yaşamışsındır teyze, dedim.

 

Evet oğlum, ben yetmiş yaşındayım. Neler yaşamadım ki, dedi. Öncelikle Gönül, dedi. Gönül ona döndü, ne diyeceğini merak ediyordu. Gönül kızım, ben insan sarrafıyım.

 

Celȃl’i kaçırma, onun gibi saf, temiz, iyi kalpli insanlar çok azaldı.

 

Günümüzde iyi insanlara çok zor rastlanıyor. Ereğli’li olmasından mıdır bilmiyorum ama ona kanım kaynadı, dedi.

 

Gönül de, ben de gülümseyerek başımızı öne eğdik. Celȃl oğlum, Gönül de senin gibi iyi kalplidir, sen de onu kaçırma, dedi.

 

Sen ne diyorsun teyze, ben onu ilk gördüğüm andan beri deli gibi seviyorum diye bağırmak istiyordum, ama bunu duyunca utancımdam kıpkırmızı olmuştum.

 

Gönül’ün de kızardığını gören Fatma teyze tavsiyelerine geçti;

 

 


 

Evlatlarım hayatta en önemli şey sevgidir. Sevgi deyince yalnızca birbirini seven iki sevgili sanmayın. Herkese herşeye sevgi duymalısınız.

 



İşinizi yaparken sırf para kazanmak için yaparsanız, hiçbir zevk almaz, bir süre sonra strese girersiniz. Oysa severek yaparsanız, huzur duyarsınız.

 

Fatma teyze çalışmış gibi söyledin, dedim. Evet oğlum eşimin çalıştığı postanenin önünde arzuhalcilik yaptım, dedi. O nasıl bir iş teyze, dedim.

 

Bizim oralarda okuma yazma bilen çok azdı. Gurbetteki eşlerine, çocuklarına mektup göndermek isteyen okuma yazma bilmeyen kadınlar bana mektup yazdırıyorlardı.

 

Çok ucuza mektup yazıyordum, simit parasından ucuza… Hatta bu işi severek yaptığım ve insanları mutlu etmek için fakir kadınlardan hiç para almadan yazıyordum. Huzur buluyordum. 

 

Sevgi her derdin ilacıdır çocuklar. Anam, yuvada sevgi olduktan sonra bulgur pilavıyla soğan kebaptan lezzetli gelir, derdi.

 



Bizim çok zengin akrabalarımız vardı. Fakat kavga eksik olmazdı. Villa gibi evde otururlardı ama sevgi olmadıktan sonra neye yarar.
 

 

“Sevgi, acıyı tatlıya, toprağı altına, hastalığı şifaya, zindanı saraya, belayı nimete ve kahrı rahmete dönütürür. Demiri yumuşatan, taşı eriten, ölüyü dirilten sevgidir.”

 
Hz. Mevlana
 


 

 


 

Çocuklar okuyun, güzel işler yapın ama inancınızı tam öğrenin. Allah her şeyi görür, bilir, ona göre yaşayın. Allah’a imanınız tam olsun, sonra işinizi tam yapın.

 

Eşime teşhisi koyan doktor, yapacak bişey yok kardeşim, en fazla üç ay yaşar, evinize götürün, dedi. Akciğer kanseri son safhasındaydı. Zor nefes alıyordu. Doktora yalvardım.

 

Abla kırk yıl sigara içmiş, ciğerleri bitmiş, ben ne yapabilirim, boş yatak yok, nasılsa ölecek deyip hastaneye yatırmadı.

 

Sonradan öğrendim, inançsız bir doktormuş, rüşvetle zengin hastaları yatırıyormuş. Evimiz de öldü ama kış günü olmasına rağmen nefes alabilmek için bütün camları açtırırdı.

 

Aman ha! sigaradan uzak durun çocuklar.

 


Saate baktım, yarım saat geçmişti. Gönül’le hiç ayrılmak istemiyordum. Fakat yukarda anne ve babası merak ederdi. Fatma teyze bak rehberine evimizin telefonumuzu yazdım.

 

Bir ihtiyacın olursa ara hemen gelirim, tamam mı teyze. Evden beklerler, ben kalkıyorum, kurabiyen nefisti eline sağlık, dedim.

 

Oğlum Allah senden razı olsun, kaç gündür televizyonsuzdum, peki hayırlı akşamlar, dedi.

 

Kapıda, Gönül, Celȃl çok teşekkür ederim sana, iyi ki varsın dedi ve koşarak merdivenlerden yukarı çıktı. Ben de hava kararmadan dolmuşla eve döndüm. 

 

 


SONRAKİ BÖLÜM    ---              ---   ÖNCEKİ BÖLÜM


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder